30 Nisan 2012 Pazartesi

Bu yollar çok uzak ...


Bir kördüğüm yolları boynumdaki zincirin

Ben değil miyim suçlu yalancı baharı beklemekle

Sırtımda yük, kalbimde sancı

Bu yollar çok uzak

Yoruldum gitmekten

Yoruldum sevmekten

27 Nisan 2012 Cuma

ANA KÜLTÜR SANAT DERGİSİ / Mart-Nisan 2012



Nalan GÜVEN
nalanguven@pkitap.com

                                                                                                     
                                                                                                            
AŞK’ı tendedir sanırdım...

AŞK görülen tende değil, görülmeyen canda imiş...

Hasret ile yandım, cefayı zevk edindim...

Yaradana, yandırana hamdolsun...



Yaşamın mor heceleri kapatıyor sayfalarını… Devamını var saymak girdaplı bir yolun sonunu ummak gibi bir hayal tufanı olmalı... Ama seviyorum tufanları, kasırgaları… Sürükledikleri yerlerde savrulup, kendimden vazgeçmeyi… Her yok oluşta yeni bir ben olmayı… AŞK olmayı… AŞK’ı yazmayı…

Günü donduruyorum… Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarını geri çevirip, aklıma takılan birkaç cümle ile yarım kalmış hikâyelerin nasılını sorguluyorum... Hatta her birine kendimce yarım yamalak sonlar yazıyorum… Son gibi kokmuyor kelimelerin nefesi… Her bir öykünün içine AŞK katıyorum… AŞK’ın başlangıcına ben son oluyorum…

Tavanda sallanan ampuller yanıyor birer birer… Uzandığı yatağı hissedemeyecek kadar kendinden geçmiş genç bir adam anlatıyor AŞK’ını… Sayıklarken sevdiği kadının ismini, AŞK’ı uğruna göğsünden alacağı bıçak darbelerinin henüz farkında değil… Hatta bilmiyor yıllar sonra bir kır bahçesinde, tahta bir iskemle üzerinde, sıradan bir kadına -içinden “Kim bu kadın?” diye geçirdiği o sıradan kadına- hikâyesini anlatırken artık kabuk bağlamış olan yarasından çıkarttığı bıçağı saplayacağını…

Hayat belki de silsilelerle sürdürüyor hikâyelerini… O kadınsa düzeni bozma meraklısı… Bu yüzden o bıçak saplandığı yerde duruyor hâlâ… Masalın sonuna nokta koyma heveslisi de diyebiliriz… Ve başlıyor yarım kalmış bütün hikâyelere son yazmaya…

AŞK’a bir son yazacağını sanarak!

Hâlâ yazıldığı zaman diliminde bekliyor sekizinci kattaki evinin penceresinin camına alnını dayayıp, gelişi güzel park edilen araçların olduğu K caddesine bakan adam! Ve bu bekleyiş canını yakıyor -sıradan- başka bir kadının… Tıpkı ‘Bir kadının gözlerinden sürmesini çalabilecek kadar!’ kadınları tanıdığını iddia eden bir diğeri gibi başka neleri bildiğini, o adamın, ‘Yalnızca kendini değiştirerek tüm dünyayı nasıl değiştireceğini!’ merak edip duruyor…

Sadece bu kadarla kalmıyor yarım hikâyeler… Sorular soruları doğuruyor ardı sıra… Ne çok yaşanmamış hikâye kalıyor geriye…

Ve ne türlü yaşamlar yaşatıp, ne sonlar yazıyorum ben onlara… Her birinin içine AŞK katıyorum… İllâki… AŞK olmazsa olmazı hayatın… AŞK ile tamamlanıyor eksikler…

“AŞK’a dair” türlü halleri serdim masama… Masum, bencil, çıldırmış, suskun ve nihayetinde tevekküle ulaşmış aşamalarını yazdım birer birer… Aslında bu kadarcık madde ile sıkıştırılmış olmak bir anı bir anına uymayan AŞK’ın hoşuna gitmedi tabii… Ağladı, zırladı ve sonunda yetinmek zorunda olduğunu kabullendi… Çünkü biliyordu AŞK’ın sonu yoktu…

Hamdı, pişti, yandı ama olmadı… Olamadı…

Tek başına AŞK, AŞK bile olamadı…

Ve anladı ki paylaştıkça anlam kazanacaktı.

İşte bu yüzdendir “AŞK’a dair” yazılan şiirler, mektuplar, nice yazılar ve hikâyeler… Bu yüzdendir paylaştığımız duygular. Satırlara, notalara dökülmüş sevda damlaları ve aşk ile yaratılmış her canda aşk ile soluk alıp vermek…

Bu yüzdendir bir sevgiliyi beklemek. Üstelik hiç gelmeyeceğini bile bile, onun gelmeme ihtimaline bile aşık olmak… “Ben zaten senin gelmeyişine sevdalıyım…”demek.

Bu yüzdendir aşkın hırçınlığı… Belki de “Kal...”diyememekten…



Yine de, ‘Kal…’ der misin?


İlk kez gün yüzü gören yavru bir sincap gibi tırmansa sözlerim şiirlerinin dallarına...

Kâh üşüsem mısralarınla, kâh yansam cümlelerini kaplayan tuzlu su sağanaklarıyla

Düşlerinin kıyısına vursa sır kaplamış geçmişim ve gönüllü bıraksam avuçlarına rüyalarımı

Gidene inat, kalan her damla yaş ile gözlerinin ateşi yıkasa ruhumun kirini, pasını

Yine de, ‘Kal…’ der misin uzak şehirlerinde bana?


Uykusuzluğuna ortak, düşlerine yabancı bir aydınlığa açılsa mırıldandığım şarkılar

Türkülerinle can bulsa dermanı tükenmiş yorgun ayaklar

Yaşanmasa da tek bir gün, bize dair varken yarınlara birikmiş nice sözler, umutlar

Hasretinden hırçınlaşsa, yangınından kaçmak için bin türlü bahane arasa

Yine de, ‘Kal...’ der misin bu bir gözü yolda kalana?


Hüzne boğulmuş gerçeklere rağmen, bir tebessüm ile bin gam dağılsa

Hani olmaz ya, gelecek için ufacık bir ümit kırıntısı kalsa

Huzurun sessizliğine susulsa ve sonsuza dek sözcüklerde yaşansa

Şarkılara söz yazılsa, mektuplarda hayat bulsa, hatta bir anlık dahi olsa

Yine de, ‘Kal…’ der misin gecenin bir vakti bu kapını çalana?


 

26 Nisan 2012 Perşembe

EDU&ART DERGİSİ / NİSAN 2012


EDEBİYATIMIZDA AŞK


“Ey Rabbim! Aşk belasıyla beni tanıştır / Beni bir an bile olsa aşk belasından ayırma!”

FUZULÎ


Aşk ile yaratılmış evren ve insanın yaradılışının özü aşk. Bu öze ulaşmak için ne çok yazılar, eserler bırakılmış geçmişten günümüze…

Ne var ki, o kadar da kolay değil elbet aşkı bulmak. Sıradan sevgi yahut anlık heyecanlar değil, asırlara mal olmak; tıpkı edebiyatımıza aşk konusunda mesnevi yazan iki önemli şairimizden Ali Şir Nevayî ve Fuzulî gibi aşkı yazmak ve günümüze değin yaşatmak.

XIII yüzyılda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Dîvân-ı Kebîr’i ve Mesnevî-î Şerîf’i ilâhi aşkın işlendiği en büyük eser olmakla birlikte, Türk edebiyatında aşk teması XVI. yüzyıldan itibaren dünyevi ve ulvi aşkla birlikte işlenmeye başlanmış ve ilk örneklerini Leylâ ve Mecnun mesnevisi ile verip, en güzel eserini büyük şairimiz Fuzulî’nin kaleminden vermiştir. Fuzulî’nin bu eseri, “Leyla ve Mecnun” hikâyesinin geleneksel kalıpları içerisinde vahdet-i vücut (varlığın birliği) inancını ve platonik aşk anlayışını yansıtmaktadır. Bu hikâyenin günümüze değin canlılığını koruyarak ulaşmasının en önemli nedeni her devre uyarlanabilmiş olmasıdır. Divan edebiyatından halk edebiyatına, orta oyunundan beyaz perdeye kadar konu olarak işlenmiştir. En yakın örneği olarak kitaplarında Leylâ ile Mecnun aşkını da tema alan günümüz edebiyatçılarından Prof. Dr. İskender Pala’nın dediği gibi; “Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat. Aşk, Mecnun'dan Leyla'ya bir feryat, Mansur'dan dara bir sır, gözden kalbe bir yoldur. Velhasıl, klasik edebiyatımızda aşk her şeydir, her şey de aşktır…”

Edebiyatımızın en önemli örneklerinin başladığı divan edebiyatı, düz yazıdan çok şiirleri ve aşk temasını içermektedir. Divan edebiyatını incelediğimizde mecazi aşktan ruhani aşka, platonik aşktan bedensel aşka her türlü aşkın işlendiğini ve dünyevi aşk ile ilâhi aşkın birbiri ile olan bağlantısını görmekteyiz. Divan edebiyatında platonik aşk Fuzulî ile zirveye çıkıp Leyla ile Mecnun mesnevisinde ilâhi aşka giden yol gösterilmiş, tasavvufi aşk Şeyh Galip’ in “Hüsn-ü Aşk”ı ile yazılmış ve beşeri aşk ise Nedim ile işlenmiştir.

Türk edebiyatı Tanzimat ile batı etkisinde kalarak Divan edebiyatının önemini yitirmeye başlamasıyla edebiyatımızda değişimler de başlamıştır.

IX. Yüzyıldan itibaren Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”su ile yasak aşkı, Reşat Nuri Güntekin’den “Çalıkuşu” ile aşkta gözyaşını, Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı ile aşkta dramı, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ile hep yarınlara bırakılarak bir ihtimal olarak kalan aşkı, Yaşar Kemal’in “Ağrıdağı Efsanesi” ile ağıt olarak aşkı, Behçet Necatigil’in “Serin Mavi”si ile evcimen bir aşkı ve Cemil Meriç’in “Jurnal”inde yazdığı Lamiasına mektupları ile de aşkın hasretini görmekteyiz.

Edebiyatımızda aşk sadece romanlarla değil şiirlerle de bize derin izler bırakmakta ve aşkın edebî gücünü yaşatmaktadır.

XIII. yüzyılda halk diliyle tasavvuf edebiyatının en büyük şairi Yunus Emre’yi mecazî aşktan gerçek aşka geçişte bir kılavuz olarak, “Bizim sevdiğimiz Hak’tır bu halka gözü kaş gelir” dizeleri ile ve XVII. yüzyılda halk şairimiz Karacaoğlan’ın aşkın umut ve umutsuzluk arasında gidip gelmeleriyle en naif hallerini, “Herkesi sevdiğine verse Yaradan” dizeleri ile bilmekteyiz.

Yakın zamanımızda ise şiirlerle aşkın en iyi anlatımını; Nâzım Hikmet’in Pirayesi için yazdığı şiirleri, Attilâ İlhan, Ümit Yaşar Oğuzcan, Cemal Süreya şiirlerini sayabiliriz.

Yüzyıllardır süregelen ve etkisini her daim mesnevi, şiir, roman, mektup gibi edebî eserlerle koruyarak nesiller boyu devam eden aşk; yaradılışımızın özünü aramak isteği sürdüğü müddetçe sonsuzluğa erişip, aşk ile başlayan bu serüven aşk ile sona erecektir.

İşte bu yüzden şiirler, mektuplar, nice yazılar ve hikâyeler “AŞK’a DAİR” de bundan böyle sizlerle…

AŞK ile yol almanız dileğiyle.

NALAN GÜVEN

http://edu-artdergisi.com/


EDU&ART DERGİSİ / MART 2012




MEKTUPLARDA KALAN AŞK


“Sana kavuşmak için senden ayrılmak gerekiyor. Ne hazin bir mecburiyet!”

CEMİL MERİÇ




Ursula Doyle, ‘Büyük Adamların Aşk Mektupları’ isimli kitabının giriş bölümündeki ilk cümlesine, ‘Günümüzde yaygın görüşe göre, insanlar artık aşk mektupları yazmıyorlar; e-mail ve telefon mesajları romantizmi öldürdü…’ diyerek başlamaktadır. Ve ilerleyen satırlarında yazar sözlerine şöyle devam eder; ‘…Belki insanlar daha az romantik ve daha sinik hale geldiler. Ya da belki eskiden insanlar bugün bizim olduğumuzdan daha az utangaçtılar.’

Öyle mi dersiniz? Yoksa aşk eskiye nazaran yazmak yerine söze dökülen hatta kolayca dile düşmüş bir değer kaybına mı uğradı? Mazide mi kaldı duyguların coşkusunu mürekkebin kalıcı iziyle ölümsüzleştirme arzusu? Mesajlardaki ‘s.s’ kısaltmalarına kadar varılmış olan yitirilmişliğin tek suçlusu, çağın ayak uydurulamaz hızı olmasa gerek! Gönderilmiş olup olmaması önemli değil, en son ne zaman sevdiğinize aşkınızı anlatan bir mektup yazdınız?
Hayır, cevaplamayın bu soruları, sadece düşünün. Tarihe mal olmuş büyük adamların arkalarında bıraktıkları aşk mektuplarını okudukça, onların yaşadıkları aşklara ne kadar çok sahip çıktıklarını ve bizlerden çok daha fazla cesur birer aşık olduklarını göreceksiniz.

Dünyanın ilk aşk mektubu, güzel rahibe Enlil’in 4500 sene önce Kral Su-Sin’e çivi yazısıyla taşlara kazıyarak yazdığı mektuptur.
Philadelphia Üniversitesi profesörlerinden Hilprecht, 1889-1900 yılları arasında Mezopotamya'nın Niffer Vadisi'nde bir kazı yaptı. Bu arada topraktan çıkarılan önemli bir vesika, içeriğinin ne olduğu bilinmeyen çivi yazısı ile yazılmış diğer binlerce levha ile birlikte, kazı yapılan yerin sahibi olan Osmanlı Hükümeti'ne teslim edildi. 70 bin levhanın içine sıkışmış bulunan bu tarihi vesika; 58 yıl sonra, dünyaca ünlü Sümerolog Muazzez Çığ ve Hatice Kızılay tarafından ele alındı. Bu taş levha üzerindeki yazının ne anlam içerdiği çözülünce, uzmanlar hayretler içinde kaldılar. Çünkü bu taş levha, dünyanın ilk aşk mektubuydu. Aşkını taşlara kazıtan güzel rahibe Enlil mektubunda şöyle yazıyordu:

 Güveyi, kalbimin sevgilisi,
 Senin güzelliğin fazladır, bal gibi tatlı
 Beni büyüledin,
 Senin önünde titreyerek durayım,
 Güveyi, seni okşayayım,
 Benim kıymetli okşayışım baldan hoştur,
 Bağışla bana okşayışlarını,
 Benim beyim Tanrım,
 Benim beyim baygınlığım,
 Enlil'in kalbini memnun eden Su-Sin'im,
 Bağışla bana okşayışlarını.

Sümer Medeniyeti'nin en büyük kral ve kraliçesinin aşkını anlatan bu mektup halen İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır.

Bu ilk aşk mektubundan günümüze kadar gelen dünyaca ünlü mektuplara bakacak olursak; Franz Kafka'dan Milena Jesenska'ya, Napoléon Bonaparte'tan Josephine’e, Honoré de Balzac’dan Kontes Ewelina Hanska’ya, Victor Hugo'dan Juliette Drouet'ye, Stendhal'den Mathilde'e, Hürrem Sultan’dan Kanuni Sultan Süleyman’a, Nâzım Hikmet’ten Piraye’ye, Einstein’den Mileva’ya, Mark Twain’den Livy’e uzanan çok geniş bir yelpaze görmekteyiz.
Madam Bovary romanı ile tanınan büyük edebiyatçı Gustave Flaubert’in Louise Colet’e yazdığı mektubunda; aşkın uyandırdığı hisleri ve sevdiği kadının yaşlı halini hayal ettiğinde dahi daha çok sevebileceğini söyleyen bir aşığın satırlarını okumaktayız.
‘Aşk öyle bir yaşanmalı ki, yüzyıllar sonrasında bile işte böyle bir mektupla iz bırakmalı…’ dedirtiyor insana;

“Bana çok güzel şeyler söylüyorsun, sevgili Muse. Eh, bunların karşılığı da hayal edebileceğinden daha güzel olacak. Aşkın ılık yağmur suyu gibi içime işliyor, kendimi kalbimin derinliklerine kadar sırılsıklam olmuş hissediyorum. Seni sevmem için gerekli her şeye sahip değil misin sanki; beden, zihin, yumuşaklık? Sade bir ruhun, sağlam bir kafan var. Şair gibi konuşmaya çalışmıyorsun, tam bir şairsin. Sadece iyi özelliklerin var. Tıpkı göğsün gibi bembeyaz ve dokunduğunda yumuşacıksın. Bunlar benim bildiklerim, seni anlatmaya yetmez. Bazen yaşlandığında yüzünü hayal etmeye çalışıyorum. O zaman da seni şimdiki gibi severmişim, hatta daha çok severmişim gibi geliyor.”(1)

Çağımızda yok olmaya yüz tutan aşk mektuplarının bizdeki en güzel örneklerini ise Cemil Meriç’in ‘Jurnal’in de sevgilisi Lamia Hanım’a yazdığı satırlarında bulmaktayız.
Mektuplarında maskesizdir Meriç, kelimelerin arkasına saklanmaya gerek duymaz, saftır duyguları, kalbiyle kalemi arasında kapı yoktur ve alev alev aşktır. Zaman zaman sevgiliye ait bir saç fırçasına, bir mendile bile duyulan özlem kadar sahicidir…

“Sana ait hiçbir maddi hatıram yok. Keşke saç fırçanı alsaydım. Öpecek, üzerine kapanacak bir mendil, bir… Satırlar karıştı. Karışsın…
Dudaklarını içerim, canım Lamiam.
Vecid ve takdisle.”(2)

Gelmedi mi artık vakti sevdiğinize bir mektup yazmanın? İşte şimdi sıra sizde…
AŞK ile yol almanız dileğiyle.

NALAN GÜVEN

(1)Büyük Adamların Aşk Mektupları, Derleyen: Ursula Doyle, Çeviri: Filiz Karaman
(2)Jurnal Cilt 2, Cemil Meriç, Derleyen: Mahmut Ali Meriç


22 Nisan 2012 Pazar

Aşk manifestosu






1. Aşkın masum hali

“Issız Adam” filmini üçüncü kez izlerken bile, ilk anın duygusallığını içinde barındırabilmek ve gözyaşlarını ilk kez akıtıyormuşçasına esirgemeden dökebilmek, izlediğin tüm aşk filmlerinin başrolünde kendini bulabilmek, okuduğun aşk romanlarında roman karakterine bürünebilmek, Mevlana’nın Şems aşkını, tutkusunu ve hasretini tadabilmek, gördüğün her rüyayı aşka yorabilmek, şair olabilmek, yazar olabilmek, Allahın verdiği canı aşk ile besleyebilmek, gönlü aşk ile büyütebilmek, şehrinde esen rüzgâr olabilmek, toprağa değen yağmur olabilmek ve o ulvi aşkın saçına konabilmeyi hayal edebilecek kadar sarhoş olabilmek…






2. Aşkın bencil hali

Aynı tabaktan yenilen yemeğin, aynı şişeden içilen suyun hatırını kırk yıla biçmek gibi bir sahipleniş hali, zamanın dilimlerini ortak hayallerle paylaşmayı ümit edecek, başka bir varlığı bir resmin karesinde görmeye tahammül bile edemeyecek kadar senin olmayanı sahiplenmek, aşkı tek başına yaşadığını unutacak kadar kendinden geçmek… Aşkın acziyet hali…






3. Aşkın çıldırmış hali

Sürekli onu arama istemleri, kendinle ve o ufak cep ulaşım aleti ile garip kavgalara tutuşup sonunda teknoloji mucizesine yenik düşerek titreyen parmaklarla ezbere bildiğin numaraları ateşe değmişçesine korkarak tuşlamak ve “aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor” cümlesini hem ana lisan da hem de İngilizce olarak dinleyip anlayamamış olmanın verdiği şaşkınlık içinde tekrar tekrar aramalar, ulaşılamamanın verdiği panik ile türlü komplo teorileri üretmek, ulaşılamadıkça artan panik ataklar, hırsın beyni aşıp bedensel uzuvlarına sirayet etmesi ile çevredeki varlıklara kişi veya eşya ayırt etmeksizin zarar vermeler, telefonla bütünleşip zamanın her anı ekranla göz teması kurmalar ve ulaşılamaz aşkın ulvi sesi duyulacağı ana dek devam eden ağlama nöbetleri…







4. Aşkın suskun hali

Pembe duvarlı bir odaya bedenini hapsedip, ruhunu anıların esintisine sessice teslim etmek, siyah bir hayalin ardından sorgusuz gittiğin Arnavut kaldırımını başın önünde sayısız kere adımlamak, avucunun içine bırakılan bir gül yaprağının kokusunun tenine değmesiyle yetinmeyi bilebilmek, ana rahmindeki kadar sessiz ve çaresiz sevdayı susmak… Aşkı susmak…







5. Aşkın tevekkül hali

Yoklukta bulmak, azda çoğalmak, ne beklemek ne umuda sarılmak, vazgeçecek kadar kabullenmek, fazla söze gerek yok, âşık değil aşk olmak…

21 Nisan 2012 Cumartesi



Bu gece gel… İstersen hiç konuşma sadece varlığını bileyim… Sabah olmadan bu gece benimle olduğunu bileyim… Kaldır yaralarımın kurumayan kabuklarını… Acıt acıtabildiğin kadar… Yalnızlığım karanlık sokaklar kadar ürkütücü, inilmesi imkânsız kuyular kadar dar, içinden çıkılamayacak kadar derin…

Bu gece gel… Gel ama konuşma sadece geldiğini bileyim…

Sorma nasılsın diye… Bu gece yalan söylemeyi beceremeyeceğim… Kostümümü astım kapının arkasına… Külçe gibi bedenim, rol yapacak halde değilim… Ben bu gece iyi değilim…

AYTEN / syf 189

20 Nisan 2012 Cuma



…..bir sigara yakabilseydim şimdi, gitmeden evvel bana bıraktığı o son sigarayı. Hani içtikten sonra dudakta şeker tadı bırakıyordu ya, işte onu. Dudaklarımda bir tada ihtiyacım var galiba. Ama sonra çok acı oluyor insanın ağzı, yalancı bir tat bu belli. Önce yalancı bir şeker, sonra gerçek bir acı, tıpkı hayat gibi. Tıpkı onun gibi, birazda ben…

Aslında sıkışıp kaldığım araba değil, yaşamın içinde bir yerlerde sıkışıp kaldığımı biliyorum. Kurtulmak mı istiyorum yoksa böylece beklemek mi? İçinde o olmayan bir hayatın, tavanı basılmış bu arabadan daha boğucu olduğuna karar vermek o kadar da zor değil. Zaten kapıyı kapatıp gittiğinde, etrafta her ne varsa üzerime çöktü. Bense biraz duman, biraz cam kırığı, biraz da acı ilave ettim sadece. Böylesi bir ayrılığın üstüne de daha fazlası yakışmazdı…


Ölüm ile yaşam arasında çok ince bir çizgide olduğumu hissediyorum. Çizginin neresine geçeceğimi biliyorum üstelik. Ama yavaş yavaş. Öyle birden bire değil ölmek, tadına vara vara…


AYTEN / syf 108

Kirpiklerin tutabilir mi yağmurun hüznü inerken topraklarına
Yoksun ya…
Bekliyorum ya…
Bir uyku sonrası mahmurluğu şimdi hayat

Her gün diğerinin aynı, yarına kavuşmuyor hatıralar
Hani gelecektin?
Hani söz verdiğin o hayal?
Gök erdi muradına şimdi gözyaşı yüklü bulutlar

Her gece diğerinin aynı hasret, sönmüyor yangınlar
Düşünür müsün?
Özler misin?
Ansızın çık gel de gece utansın söylediği masaldan

YALNIZLIK BİLE OLMUYOR SENSİZ...



Ne zamandır boş duruyor verdiğin büyük cam vazo. İçine doldurduğum renkli çakıl taşlarını da attım bu sabah. Kristal soğuğu işlemişken çeperlerine, gül kokmuyor, ya da karanfil… Yansıtıp bir yıldızın ışığını geçmişin hüznüne, acımasız kahkahalar atarken karşımda, sahte cıvıltılar kandırmıyor, bastırmıyor yokluğunu…

Bahçeme diktiğim akşamsefaları da açmıyor artık, kış karanlığına gömülmüş yaprakları. Aralık kalmış kapıları kapatmayı unuttuğumdan mı bilmem, bu gün daha bir soğuk içim, daha bir sensiz, git gide daha bir yalnız…

Olmuyor… Yalnızlık bile olmuyor sensiz…

Ayak sesi duyulmayan bir suskunluk kaplamış evimin duvarlarını. Birkaç resim astım pembe boyalı yalnızlığıma. Beraber yürüdüğümüz dar bir cadde ve ayrıldığımız Arnavut kaldırımı kaplı sokak… Hepsi bu kadar değil elbet, diğerleri gölgesi olmayan hayallerimi süslüyorlar…

Olmuyor… Hayaller bile olmuyor sensiz…

Sensizlik, adını sen koyduğum maviliklerimi koyu bir laciverde dönüştürdü. Bulutlar yansıtmıyor artık gün ışığını… Hele çektim mi odamın kalın kadife perdelerini, düşlerim bile karanlık oynuyor gözümün inmiş perdelerinde.

Ama yine olmuyor… Düşler bile olmuyor sensiz…

Verdiğin kitapları okuyorum, düşünmekten arta kalan zamanlarımda. Zaman ağır aksak geçiyor sen olmayınca. Yaşamak soluk alıp vermekten ibaret gereksiz bir lütuf benim için. Efkârlanıp hani şöyle bir sigara yakayım desem, çektiğim nefes yetersiz…

Olmuyor… Sigara bile içilmiyor sensiz…

19 Nisan 2012 Perşembe

ALLAH AŞK’ı KORUR…


Kimi zaman bir çocuğun masumiyetindedir aşk… Yürümemiştir henüz karanlık arka sokaklarda. Yürekte bir oyun parkı içinde yaşar en eğlenceli anlarını ve en güzel şarkılarını söyleyip dans eder coşkuyla… Baktığı yer mesafesinde oturmaktadır annesi. Düşse de bilir onun gelip yetişeceğinden, elinden tutup kaldıracağından düştüğü yerden… Bakirliğin özgürlüğü vardır içinde. Tüm saklambaçları, kovalamacaları kendi kendinedir ama mutludur bu yalnızlıktan.

Bir gün dizlerinin kan revan içinde kalacağından, üstünün kire, çamura bulanacağından ve o güvendiği bankın boş kalacağından henüz haberi yoktur…

Oyunun orta yerinde taşlanacağını, suçlanacağını ve ağlayarak korkup düş bahçesinden kaçacağını bilmez. Önceleri izin verilirken yaşamasına bu masum çocukluğu, AŞK büyüdükçe daralır çemberi. Daha çok düşmeye başlar. Her adımda yara bere içinde kalır teni… Ama yılmaz acıdan.

Şimdi o bank boştur ama avuçlarından sımsıkı tutan, onu sarıp sarmalayan aşkı vardır… Bir tek AŞK vardır güvendiği… Çünkü hâlâ çocuktur, hâlâ masumdur…

Ve emindir Allah AŞK’ı korur…


18 Nisan 2012 Çarşamba

Hüzün, Yağmur ve AŞK…



“Gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı, iç kapanıklığı,” gibi tanımlarla açıklar sözlükler hüznün anlamını. Ama biliriz ki kelimelere dökülemeyen bir yanı vardır hüznün. İçinde umut taşır, hasret taşır, heyecan taşır… Ve bizler biliriz aslında hüznün Nisan yağmuru gibi olduğunu. Bir bakışla, bazen bir sözle düşer gönlümüze ya da bir şarkı, bir şiirle içimize çöker ağırlığı. Bereket versin öyle uzun sürmez geldiği gibi gider ve ardında bıraktığı dudaklarda yarım kalan tatlı bir gülümseme, göz pınarlarımızda biriken birkaç damla yaş ile…

Yağmur gibidir bu şehrin aşkları da, tıpkı Nisan yağmuru gibi. Olmadık bir anda sırılsıklam eder adamı, aşkın içine katıp iliklerine kadar ıslatır. Habersiz gelir, hazırlıksız yakalar… Su damlası yüklü bulutlar başınıza yağabilecek en güzel yağmurları yağdırır siz kaçmaya fırsat bulamadan. Saçınızdan damlarken rahmet damlaları henüz farkında değilsinizdir yaşayacağınız anların…

Rastlantı diye bir şey yoktur, her şey Yaradan’ın lütfudur biz kullarına. Eros’un okları diye çocukluğumuzda anlatılmış mitolojik bir hikâyeye inanmayı yeğlerken bir yanımız, gerçeği göz ardı edemeyiz insanoğlunun hamuru Aşk ile yoğrulmuştur. Ve başımıza düşen aşk yağmurundan kaçış yoktur. Onun hüznünde bulduğumuz mutluluğu, içimizde yaşattığı coşkuyu yaşamadan gitmek yoktur bu şehrin yağmurlarından.


Kapatırız şemsiyemizi… Varsın yağsın AŞK’ın hüznü…


Akşam karanlığı çökmüş İstanbul’un bir köprü altına

Son bir bakış kalmış senden ve bir sıcaklık avucumda

Dışarıda yağmur… Aklımda sen...

Gecenin bu matem siyahında…

Cayır cayır yanıyor kelimeler

Üşüyor kaldırımlar

Sessizlik yağmurlarıyla



Sorma...

İstanbul’u dinle bu Nisan yağmurunda

Hüzün kokuyor kaldırımlar

Uzaklaşırken adımların

Gözümde son bir damla



Ah bir bilsen...

Dışarıda yağmur... Aklımda sen...



http://www.youtube.com/watch?v=0jeG2058KBA&feature=related

17 Nisan 2012 Salı

Bir Sen Yeter…


Tanımadan bir mevsimi hiç düştün mü peşine?

Fırtınasından korkmadan

Baharının seline kapılıp

Yazının sıcağında kavrulmaya hazır koştun mu gülümseyerek?

Ne zaman küstün aynalara?

Hepsi mi yalancı?

Bir şans daha olmalı hayatın buğusunu çözecek

Görmek istemeli gönlün bakıp deli bir yüreği

Sırrını çözmeye uğraşmak için gayrete hacet yok

Aslında öyle berrak ki

Akıp gitmiş kiri pisi üzerinden

Bak bir



Ateşte günah kalmaz

Varsın deli olsun bu yürek

Akıllı geçinen sevdalara inat dimdik karşında

Sessiz bir tebessüm kadar dudaklarında

Susarak avaz avaz haykırır…

Sen duy yeter… Sen sev yeter… Sen bil yeter…

Biliyordum! Öyle kolay değildi seni sevmek… Sessizce biriktirdim seni yüreğimde…

Sen içinden kahkahalar atarken acınası halime, ben sustum. Bir anlık bakışını yakalayabilmek uğruna gözlerine hapsettim umutlarımı. Tek özgürlüğüm düşlerim oldu. Üşüyen tenimi sevdanın ateşi ile düşlerde yaktım. Dudaklarından seni sevmenin tadını damla damla emdim. Günahları ekledim birbirine. Seni unutmayı denemedim bile.

Söylediğin her bir sözü nefesimi tutarak dinledim. Her bir kelimeye anlamlar yükledim. Herkes için hiç olduğunu sandıkların benim için her şey oldu. Aldırmamış gözüksen de sen hep fark ettin. Böylesi bir sevda mı korkuttu seni bilmiyorum. Ya da inanmadın, uğruna can verecek bir aşka tutulduğuma.

Yasak zamanların kalabalık yalnızlığında buldum seni. Yüreğime sakladım aşkı, bazen de kelimelerin arasına.

Adı sen oldu umutların. Yaşanmış ve yaşanacak her ne varsa aşka dair, adınla başladı.

Yasaktı seni sevmeler bana. Suskunluğum taştı bedenimden, kalemime döküldü. Ateş oldu parmaklarım, kâğıda sıçradı kıvılcımları, tutuştu, söndüremedim…

Beklemek zor gelmedi de, gelmeyeceğini bilmek acıttı. Sevmek zor gelmedi de, sevmeyeceğini bilmek kanattı…

Nalan Güven / AYTEN syf:89