27 Aralık 2013 Cuma

Hikâyesi olmayan insanları kıskanıyorum.


Burada olsaydın anlatabilir miydim anne?

Gülümseyen bir çerçeve ardına saklanan hikâyeler, en derin yalnızlıkları hapseder zamanın öldürücü yaralarında… Bir ülkenin en güzel bahçeleri, gözyaşının ırmakları ile yeşeren çiçekleri ile bezenmiştir… Ve en güzel şarkıların besteleri sahiplerine gizlice söylenen intizar cümleleridir…
Yalan dünyanın yalancı insanlarını yalanlarına inanarak sevmek çok acı verir insana… Fakat sanıldığı gibi her acı büyütmez adamı. Bazı acılar vardır ki görünmeze dönüştürür, silikleştirir, küçültür, ezer… İşte öyle hikâyeler anlatılmaz anne.
Birkaç cümle yazılır; basit, anlamsız, çirkin. Evet, evet çirkin. Olsa olsa bunun adı “çirkin” olmalı. Bu çirkin hikâye; belki de şöyle başlar:

Adımları koşarak varmıştı gizli köşelerine; şiirleri oldu, sözleri, koca koca cümleleri, severek yaşadığı hüzünleri, sevildiğini sandığı aldanışları…
Yağmuruna kucak açtığı bilinmez topraklarda ayaklarına kapanmıştı oysa…
Adını sayıklamıştı gecelerin yırtıcı sessizliğinde…
Meğer öksüzlüğün nağmeleriymiş birlikte söyledikleri şarkılar. Güneşi beklerken kahverengine dönen mavilikler. Yalnızlığın sessiymiş kuytuya çekilen çocuk.

Ben kahverengini hiç sevmemişim anne. Siyaha alışmış gözlerim.
Bugünlerde toprak rengi gök kubbe.
Can-içi can yakıyor anne…
Ve ben;
Hikâyesi olmayan insanları kıskanıyorum.

27 Ara. 13