15 Kasım 2014 Cumartesi
30 Ekim 2014 Perşembe
Yıldızlar Ateş Böceği Sanılmaktan Korkmazlar - TAGORE
Her birimiz içimizde patlamaya
hazır bir bomba taşırız ve ürkeriz adım atmaktan. Suya düşen tek damlanın
etrafında hareler açarak koca bir okyanusu nasıl dalgalandırdığını düşünür,
dokunmaya cesaret edemeyiz yüreğimizdeki deryaya...
Mesela, sevdiğimizi söylemekten
korkarız; ya yanlış anlaşılırsak endişesi ile... Parmak kaldıramayız hayata;
ben buradayım diye haykırsa da iç sesimiz. Sövmek de ayıptır, sevmek de... İhanete
ağlamak isteriz; yutkunuruz... Bazen olmadık bir şeye çocuklar gibi pervasız
gülmek isteriz; kahkahamız boğazımızda söner... Yara alırız her yola
çıkışımızda, darbeler incitir adımlarımızı... Yürümek dahi zor gelirken, oysa koşmaktır
asıl istediğimiz...
Saklanırız... Susarız... Korkarız...
Bin bir maske takarız yüzümüze... Kendi yıldızımızdan habersiz, perdeler
çekilmiş dünyamızda kısarak gözlerimizi yaşar gideriz...
Ne olur Ateş Böceği sansalar bizi!
Yaratılan her can ayrı bir ışık
değil mi? Parıldamak varken sönmek niye?
Bilmeliyiz ki ;
Ateş Böceği olmak bir ayrıcalıktır...
28 Ekim 2014 Salı
Alın Teri Nedir?
Vicdanın sesi siler ter damlalarını,
aynadaki yorgun yüze tebessüm ederken göz bebekleri... Peki nedir şu Alın Teri
dedikleri?
Parayı helal kazanmaktır. İşini
doğru düzgün yapmak, evine götürdüğün ekmeğin her kuruşunun ardında dimdik durmaktır.
Çocuklarının başını tertemiz ellerle okşamak, geceleri huzurla uykuya
dalmaktır. Öyle kolay değildir elbet ama zannedildiği kadar da zor değil...
Alın teri kokan kocaman yürekli
eller dokunmaya devam ettikçe yaşamın içine, daha zaman var demektir... Batsın
bu dünya diye şarkılar söylesek de kolay yıkılmaz bu dünya... Alın teri
yeşertir toprakları...
17 Ekim 2014 Cuma
KEŞKELER...
En köhne yalnızlıkları soludu yürekler… Delice sevdi ve
hatta sevildiğini bilmeden isyankâr oldu kaderin yazgısına… Işıldayan
sokaklarda yağmur birikintisine dönüştü gözyaşları… Yüksek binaların
kuytusunda kalmış bir sığınak aradı… Ya da sözünü saklayıp,
sırrını gömecek bir mahzen…
Oysa gizlenemezdi hiç bir acı...
Hani çocukluğun korkulu gecelerinin karabasanları büyüklere
uğramazdı!
Hani el öptüğüm o edep
bekçileri sormaz oldu hatırımı!
Tıpkı Nietzche’nin dediği gibi; uçuruma uzun süre bakmış olmalıyım ki,
şimdi uçurumun da bana baktığını fark ediyorum.
Hey Hak… Kabul her aldığın, verdiğin nefes kadar… Bırakma tuttuğun eli…
Ben fırtınasını da sevdim bulutunun...
Şimdi bir ölümlünün kitabıdır yazılanlar…
Ah keşkeler… Keşkeler…
Anlayan anlar…
ERKEK SEVERSE / Aşk Kaybetmektir Aslında!
“Dağınık
bir yatağın şehvet sigarasıdır dokunamadığım tenin şimdi… Bedeninin değdiği
yerlere el sürmeye kıyamazken, sen aramıza giren ölümden daha beter bir
yalnızlık içine terk ettin beni. Geride bıraktığın mektuplarla dağlıyorum
yaralarımı. “Şimdi vur başını!” der gibi,
ikinci mevki localarda seyre daldığım gençliğim sırıtıyor duvarlardan.
Kokun sinmiş olmalı ve soluduğun nefes, perdelere. Belki de hâlâ başucumdaki
lambanın düğmesinde parmak izin var. Bakışlarının değdiği aynada kendime
bakıyorum. Tanınmaz halimi tanıyabilecek kadar geçmemişim kendimden. Suratıma
tüküresim geliyor… Kendimi dövesim…”
27 Eylül 2014 Cumartesi
Ve Eylül biter...
Mavi düşlerin yorgunluğunda
sarıya çalan hazin bir yaprak gibi takvimlerden düşer solgun günler... Dilde
yarım yamalak şiirler dolanır tıpkı sevgilinin bıraktığı öpüşler gibi...
Yüklüklerden çıkartılırken kalın yorganlar, geçmişte kalan gelir oturur aklın
odalarına... İşte o zaman olması gerektiğinden daha çok üşütür sonbahar
geceleri... Yalnızlık da eklendi mi üzerine, vaktinden önce gelir dayanır kış
kapıya... Eylül biter bitmesine ama bir türlü bırakmaz yakanızı hüzün
mevsimi...
Nalan Güven
22 Eylül 2014 Pazartesi
ANA KÜLTÜR SANAT DERGİSİ / EYLÜL-EKİM 2014
EY ÂDEMOĞLU SEN AŞKI YANLIŞ ANLADIN!
Sıcak bir yazın ardından tüm
okurlarımıza merhabalar;
Bana ayrılan bu satırlarda "Aşk’a
Dair" başlığı altında birçok kez aşkın çeşitli hallerini yazdım. Oysa
şimdi dergimizin sonbaharın ilk sayısında beni derinden yaralayan bir konuyu
paylaşacağım; sizlere kendini bu dünyanın “asıl sahibi” sanan insanları
anlatacağım.
Maalesef bu yaz gün geçmedi ki
zulme uğramış zavallı bir hayvanın haberini duymayalım… Gözünü kırpmadan kedi
ve köpeklere işkence edip, hunharca öldürenlerin videolarını sosyal paylaşım
sitelerinde dehşetle izledik. Hatta izleyemedik, gözümüz / gönlümüz el vermedi
sonunu getirmeye. Kendimizi sorguladık, kimi zaman insanlığımızdan şüphe ettik.
“Kapınızın önüne bir kap su…” sloganı ile sıcaklarda susuz kalan hayvanlar için
yardım çağrıları yapanların yanı sıra, konan su kaplarının içini sigara
izmaritleri ile dolduran ahlak düşkünlerine şahit olduk. “Dünya bu kadar
korkunç olamaz…” diye haykırdık utanç içinde.
Neydi bizleri bu hale getiren?
Kendimizi dünyanın sahibi sanırken, bizim de bir sahibimiz olduğunu unutturan?
Hâlbuki insanlık var olmadan önce hayvanlar yeryüzünün asıl sahipleriydi.
Bizler onların ev sahipliği yaptığı bu gezegene yerleştikten sonra her şeye el
koyduğumuz gibi hayvanları da köleleştirmeye çalıştık.
Yıllar önce yazdığım, adı;
“Farelerin Sığınma Hakkı” olan bir hikâyem vardı. “Kendinizi bir fare olarak
hiç düşündünüz mü?” diye başlıyordu ilk cümlesi. Evet, şimdi yeniden soruyorum;
ey insanoğlu kendinizi bir hayvanın yerine koymayı hiç düşündünüz mü?
Mevcudiyetimizin sebebi aşkken ve
bizler insan olmanın ayrıcalığını bize bahşedilmiş bu yüce duygu ile zirveye
taşırken, aşk sadece birbirimizi değil tüm canlıları sevmek için bir semboldür.
İnsanoğlu bu yüce duyguyu anlatabilmek için edebiyat, musiki, resim, film ve
saymakla bitiremeyeceğimiz daha birçok sanat dallarından istifade ederken,
aslında kendinin en saf halini de sergiler.
Ve ne tuhaftır ki böylesi güzel
duyguları yaşarken başka bir tarafta da insanoğlunun ne kadar zalim olduğunu
görürüz ve de yavaş yavaş insanlığından nasıl uzaklaştığına hayret ederiz. Aşk
nerede diye sorarız?
Hani bir süre baktıktan sonra
karanlığa alışır ya gözlerimiz, onun gibi bir şeydir işte; insanoğlunun
yaşadığı dünyadaki pislikleri görmezden gelişi… Aşkı sadece karşı cinsinde
arayışı ve de aldanışı…
Üçüncü sayfa haberlerine yüz
çevirirken orada ismi yazan kişi olabilme ihtimalini düşünmeyecek kadar
kendinden emin, cüzdanının şişkin olması ile avunup, yüreğinin boş olmasına
akıl erdiremeyecek kadar varlığının acziyeti içinde ve de yeryüzündeki
canlıların arasında kendini en üstün varlık sanışı… Hep bu yüzden işte… “Asıl sahip” olmanın aldanışı… Birçoğumuzun
içini sızlatan insanlık dışı davranışlar karşısında aşkı yeniden sorgulamamız
gerekir bence… Ve diyorum ki ;
Ey Âdemoğlu; sen aşkı yanlış
anladın… Yüreğine dön bak… Asıl sahibi bulacaksın…
Aşk ile yol almanız dileğiyle.
NALAN GÜVEN
AŞKTA CESARET ERDEM MİDİR?
Cesaretin marifet
olduğunu sanırız. Oysa biliriz ki; cesaret beraberinde korkuyu, acıyı,
kaybetmeyi de getirir.
Bize hep cesur olmanın bir erdem olduğu öğretilmiştir.
Sonu meçhul bir yolda ilerlemek, ödenecek bellere rağmen peşinen yenilgiyi göze
almak her babayiğidin harcı değildir elbet... Ancak söz konusu aşksa bu bir
kumardır.
Cesur kanımız bize, "Haydi ne duruyorsun!" diye haykırsa
bile sorarım size; kumar oynamanın neresi erdemdir?
15 Mayıs 2014 Perşembe
YAĞMUR EVİ
Kelebeklerin dansını
izliyorum... Mehtabın büyük bir bulutun ardına saklandığı o gece, Karlov
Köprüsü’nü aydınlatan sarı ışıkların çevresinde binlerce gölge uçuşuyor.
Uzaklardan gelen müziğin eşliğinde yaptıkları bu muhteşem valse ben de
katılmalıyım. Önce kollarımı kaldırıyorum yukarılara, sonra ayaklarım
kendiliğinden ritme uyuyor. Rüzgârın esintisi bana kollarında dans ettiğim rüya
geceyi getiriyor.
Evet, yağmur evindeyim. Ben taktım bu ismi. Çünkü yağmurlu
bir akşamüstü mutluluğun yanıma gelmesini orada beklemiştim. Çok geç olmuştu
gelmesi. Hava kararmış, sessizlik çökmüştü. Kapım çalındığında midemde dans
eden yüzlerce kelebek kanatlarını çırpmaya başlamıştı. Ve o kapıdan girdiğinde yağmur
dinmişti. Boynuna atlamıştım, öpücükler kondurmuştum dudaklarına. Havalara
kaldırmıştı beni. Etraf aydınlanmıştı dolunayın ışığıyla. O gece mutluluğun kollarında
uyumuştum. Sabah güneşli bir güne merhaba derken, yağmuru özleyeceğimi
biliyordum. Yağmur evi bir gecelik mutluluk için kapılarını açmıştı çünkü…
Köprü üzerindeki
kelebeklerin dansı, mehtabı kapatan o kocaman bulutun gitmesiyle sona eriyor.
Binlerce kelebek kendini köprünün boşluğundan serin sulara bırakırken havada
kar yağışını andıran görüntü ile önce ellerim, ardından bedenim ve yüreğim buz
kesiyor. Anlıyorum ki bu dans kelebeklerin ölüm dansıymış.
Bir gecelik son dans…
Tıpkı Yağmur evindeki gibi…
10 Mayıs 2014 Cumartesi
NEREDESİN ANNE?
Sandım ki büyümüşüm… Anladım yanılmışım… Ben hâlâ küçüğüm… Çok oldu yüzüne,
sesine hasret kalalı… Dardayım… Zordayım… Sen neredesin anne?
Hani çocukları kandırırlar ya; o
artık bir yıldız, seni gökyüzünden seyrediyor diyerek… Bense kaç zamandır bakıyorum
yıldızlara hangisi sensin diye… Oysa masallara
kanmayalı hayli zaman olmuştu… Usulca
acıyor içimde yerini bilmediğim yerlerim… Kime ne söyleyebilirim ki?
Adına bir kitap yazdım, geçmedi
özlemin… Sevdim… Aynı senin gibi çok sevdim… Acım dinmedi annem… El öpecek
kimsem de kalmadı bayramları… Geceler uzun düşünmek için ama çok soğuk…
Kıvrılıp büzüldüğüm yerde uyuya kalıyorum bazen… Üzerimi örtmüyor kimse… Hani
diyor ya Ahmet Kaya; “Penceresiz Kaldım Anne…”
İşte öyle… Penceresiz kaldım
anne…
NALAN GÜVEN / 10 Mayıs 2014
9 Mayıs 2014 Cuma
Ben imkânsızı mı istiyorum evlat?
Yüreğimin içine koy ellerini, üşüdüm karda yatmış gibi…
Seni kucağıma ilk verdiklerinde başını sol
göğsümün üzerine yaslamıştım… Ve ben sandım ki sen hep başını benim göğsüme
yaslayacaksın...
Şimdi ben çocuk oldum
bak, sen de koca bir adam. Boyun boyumu geçti nicedir. Belli midir hangimiz ana
hangimiz oğul? Son günlerde daha bir yaşlandım galiba. Bir garip istekler hâsıl
oluyor yüreğimde. Mesela; başımı omzuna yaslamak, dizlerinde uyumak istiyorum.
Hatta unut annen olduğumu, ben senin yavrun olmak istiyorum. Beni koruyup
kollamanı, hastalanınca bir tas çorba içirmeni istiyorum. Ama en çok da eskisi
gibi bana sımsıkı sarılmanı, beni çok sevdiğini söylemeni istiyorum.
Vakit gitgide azalıyor.
Dilinde söylenmemiş sözlerin ağırlığı, söylenmiş acı cümlelerin kırgınlığı
kalmasın oğul… İşte bu yüzden belki imkânsızı istiyorum.
Senden ayrılacağım o
ilk gün, hani beni toprağa koyup gideceğin gün, giderken son kez dönüp beni
bıraktığın o yere bakmanı istiyorum.
Ben seni çok sevdim
evlat… Sen de beni yarısı kadar sev istiyorum…
4 Nisan 2014 Cuma
TÜNEL RÜZGÂRI
Ne
zaman yazmaya başladım sana? Seni tanımadan evvel mi?
Yoksa
beni düşündüğün bir gecenin sabahında yazdığın o mektubu okuduğumda mı? Gönlüme
ateşin düştükten sonra mı alev sardı parmaklarının değdiği tenimi?
Kaçmaktan
söz ederken koştum yanına bir tünel kuytusunda…
Tahta
yuvarlak bir masa, ufak bir kuruyemiş kâsesi, yarısı içilmiş bira bardağı ve
sen kucak açtınız kaçak zamana…
İlk
kez değdi yüreğine başım… Tek bir kalbe dönüştük sarıldığım kollarında… Tatlı
bir bahar soğumuş ellerimi ısıttı…
Söz
neydi? Benden önce kim geldi? Başka kimler gelecekti? Sildim tüm soruları…
Cevaplar sana çıktı…
Tünel
rüzgârı üşütürken dönüş yolunda kulağımda fısıltısı kaldı sözlerinin… Saçlarımda
nefesinin ılıklığı… Ve ben her adımda sana yaklaştım…
Nereye
varacağımı bilmeden aktı Nisan yağmurları gözlerimden…
Dudağımda
bir şarkı… Gölgemde sen…
Ve
peşimde Tünel Rüzgârı…
31 Mart 2014 Pazartesi
https://www.facebook.com/yazarnalanguven?ref=hl
GÜNLÜK DUYURULARIMI, YAZILARIMI VE ŞİİRLERİMİ FACEBOOK SAYFAMDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ.
YAZI GÖRÜLMEYEN BİR BAĞDIR ARAMIZDA...
SAYGILARIMLA...
https://www.facebook.com/yazarnalanguven?ref=hl
3 Mart 2014 Pazartesi
BU HAYAT NEDEN SENSİZ.......
Omzunda hüngür hüngür ağlayabilseydim keşke… Anlatabilseydim sensiz geçen onca günü, geceyi… Hesabını sorabilseydim, yüzüne,
sesine hasret yıllarımın… Beni sensiz kalmaya mahkûm ettiğin o günden beri,
hayatın tüm kapıları kilit kilit üstünde… Hiç de uğraşmıyorum açmak için…
Hafifçe aralanacak olsa ben kapatıyorum açılan kapıları…
Hani beni kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldığın o
resmimiz var ya! O resim aynanın bir kenarında… Çok dayanılmaz oldu mu
hasretin, kapatıyorum gözlerimi, giriveriyorum resmin içine… Kolların sarıyor
beni. Sıcağını hissediyorum. Kulağıma şarkılar mırıldanıp, hatta içinden beni
sevdiğini bile söylüyorsun…
Sen de özlüyorsun beni biliyorum… Gittiğin yerlerde,
genç bir kız gördüğün zaman dönüp başını bakıyorsun… Dudaklarında buruk bir
tebessüm, ‘Büyüdü mü şimdi bu kadar?’ diye kendi kendine soruyorsun…
Arada birkaç mektubun geliyor… Hepsini defalarca
okuyup başucumdaki çekmecede saklıyorum… Uyumadan evvel her gece, bir daha bir
daha okuyorum… Her bir mektubunda, uzun uzun nasihatler edip, ‘Hayat mücadele
etmektir, dayanmalısın!’ diyorsun. Hiç bir mektubun neden beni bu mücadelede
tek başıma bıraktığını anlatmıyor… Ve hiçbir sorunun cevabı açıklamıyor, bu
hayat neden sensiz baba?
AYTEN
25 Şubat 2014 Salı
SENDEN SONRA...
“Dağınık
bir yatağın şehvet sigarasıdır dokunamadığım tenin şimdi… Bedeninin değdiği
yerlere el sürmeye kıyamazken, sen aramıza giren ölümden daha beter bir
yalnızlık içine terk ettin beni. Geride bıraktığın mektuplarla dağlıyorum
yaralarımı. “Şimdi vur başını!” der gibi,
ikinci mevki localarda seyre daldığım gençliğim sırıtıyor duvarlardan.
Kokun sinmiş olmalı ve soluduğun nefes, perdelere. Belki de hâlâ başucumdaki
lambanın düğmesinde parmak izin var. Bakışlarının değdiği aynada kendime
bakıyorum. Tanınmaz halimi tanıyabilecek kadar geçmemişim kendimden. Suratıma
tüküresim geliyor… Kendimi dövesim…
Hâlâ merak ediyor musun beni? İşte böyle senden
sonram…”
18 Şubat 2014 Salı
GÜLERKEN HATIRLAYINIZ BENİ...
Dostluk denen değer,
son ana kadar belli etmiyor giyindiği elbiseyi. Zamanı geldiğinde altın yazmalı
kaftanların içinden yamalı bohçalar çıkıyor gün yüzüne ve sırrı dökülüyor varak
aynaların. Hatta gün gelip beden elbisesini dahi tutamaz oluyor üzerinde. Belki
de bu yüzden yalnız gömülüyor insanoğlu. Çünkü kendi varlığı dışında sahip
olduğu kimsesi yok. Ardında kalanlar ise üç beş gözyaşı damlasıyla acılarını
giderip yaşamlarının çarkına devam ediyorlar kaldıkları yerden.
Siz gülerken
hatırlayınız beni. Çünkü ben gülerek veda edeceğim. Gönüllü bir gidiş olacak
yolculuğum ve tebessümle karşılanacak en güzel düğünüm. Hatta dinleyin,
kahkahalarımı duyacaksınız. En içten, en saf ve en temiz gülücüklerimi
saçacağım.
Dostluğumu, sevdalarımı, umutlarımı ve kalemimi bırakıyorum avuçlarınıza.
Yalnızlığın en doğru adresinde olacağım. Maskeleri, allı pullu giysileri bırakıyorum
ayaklarınızın dibine…
Şimdi kaldığınız yerden
devam…
17 Şubat 2014 Pazartesi
YAŞAM BİTMESİ GEREKEN BİR İŞ!
Kadın günün özetini
yaptı üç cümle ile. Elleri titriyordu. Parmaklarının arasındaki sigaranın külü
silkelemeye gerek kalmadan dökülüyordu ayaklarının dibine.
“Bu iş bu kadar…” dedi
son sözünde. Oysa biten onca işin arasında bitmemesi gereken tek şeydi; “iş” dediği.
“Birkaç tahlil daha
yaptırmamız lazım. Başka doktorlara da gideriz. Muhakkak yurt dışında tedavisi
mümkündür…” Bu ve benzeri birçok cümle kurdu adam ardı ardına. Hiç birini
dinlemedi. Radyoyu açtı, çalan şarkıya eşlik etmeye başladı. En sevdiği
şarkıydı; “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim…” Namelerin eşliğinde
sakinledi. Haberi öğrendiği andaki paniği geçmişti artık. Yüzünde kocaman bir
gülümseme oluştu. Zaten ne zamandır istediği bu değil miydi?
Bu iş bitmeliydi!
14 Şubat 2014 Cuma
MELEK'ten BULUT'a...
“Bırakıp gidebilmektir zamanı
geldiğinde. Bazen giderken kendini bırakmak, bazen alıp götürmek yanında aşka
dair ne varsa. Uğruna vazgeçebilmek en değer verdiğinden, göze alabilmek
hasreti, dil ile söylemeden adını kalbinden zikredebilmek her solukta.”
Aşkı sadece kitaptan bilen biri
için epey beylik cümleler etmiştim sanırım. Bulut birkaç dakika öylece durdu.
Birasından ufak bir yudum aldı ve yavaşça yutkundu. Sanki duyduklarını da
içkisiyle birlikte sindirmeye çalışıyor gibiydi. Belki alkolün etkisi ile
anlamlandıramamıştı bu aşk tarifini. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi.
“Sana aşık olmalıyım ben!”
Güldüm. Ne diyeceğimi hemen
bilemedim, kısaca düşündükten sonra ancak cevaplayabildim.
“Ismarlama aşk olur mu?”
“Tabiî ki olmaz ama aşkı böyle tarif
edene aşık olunur.”
Ne olduğunu kavrayamadığım bir
konuşmanın içindeydik. Bakışları üzerimde gezindikçe sırtımın orta yerinden
önce buz gibi bir ter damlası indiğini, sonra içimden alevlerin yükseldiğini
hissettim. Kalbim çarpmaya başladı. Bana öyle bir bakıyordu ki, kahverengi
gözleri simsiyah birer ateş topuydu sanki. Tenimin içine işliyor, kanımı
yakıyordu. Ben ne yapmam gerektiğini bilememenin şaşkınlığı içindeyken o uzanıp
ellerimi avuçlarının arasına aldı. Tabureden kalkmak, bir an önce bu mutfaktan
kendimi dışarıya atmak istiyordum ama olduğum yerde mıhlanıp kalmıştım. Kaçmak
istediğimi anlamış gibi ellerimi daha bir sıkı kavradı ve bana doğru yaklaştı.
Nefesi sigara ve alkol kokuyordu ve ben galiba gerçekten sarhoş olmuştum, başım
dönüyordu. İçeriden gelen kahkahalar ve sesler dolduruyordu dört köşe mutfağı.
Kıpırdayamıyordum, gözlerimi kaçıramıyordum bu yakıcı bakışlardan. İçinde
yaşamadığım bir zaman kesitindeydim artık. Balkonun aralık kalmış kapısından
yüzüme vuran rüzgârın soğuğuyla daha bir harlanıyordu ateşim. Uzaklardaki
evlerin ateş böceklerini andırarak göz kırpan ışıkları gibi maviye, yeşile,
mora döndü gecenin loşluğu ve ben yüzüme vuran parfümünün kokusu ile karanlığın
içinde, bu hiç tanımadım adamla yok olmak istedim evrenin yıldızları arasında.
Görmediğim ülkelere gitmek, bilmediğim dillerde şarkılar söylemek ve kollarında
saatlerce dans etmek. Dudaklarından dökülen şiir tadında sözcükler içinde
kaybolmak ve bir daha geri dönmemek…
Bedenimin titrediğini hissederek
ait olduğum zaman dilimine geri döndüğümde farkında değildim geçen sürenin.
Ellerimi avuçlarından çektim. Hislerimin tam tersi cümlelerdi dökülen
dudaklarımdan.
“Henüz beni tanımıyorsun. Daha
bir saat bile olmadı tanışalı.”
“Beklerim ben de yarını.”
“Anlayamadım!”
“En sevdiğim romanlardan biridir
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı. Oğlan kıza sorar, ‘Ne iş yaparsın?’ Kız durur ve
cevaplar, ‘Bırak o da yarına kalsın!’…”
“Güzelmiş.”
“Güzeldir insanın yarına dair
ümitlerinin olması, kuracak hayallerinin ve beklentilerinin olması.”
“Bu yüzden hep yarına mı
ertelersin sözlerini?”
“Ertelemek değil bunun adı,
tüketmemek. Anlatarak bitiriyoruz her şeyi. Söylenmemiş sözler her zaman daha
değerlidir.”
Sustuk ikimizde. Sadece
birbirimize bakıyorduk. Ne gördüğümüz önemli değildi. Sessizce konuşuyorduk
artık ve sanki bana gözleriyle Aziz Nesin’in, ‘Susarak’ isimli şiirini
okuyordu.
Güneş altında söylenmedik söz yokmuş..
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi..
Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz..
Bende söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde..
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Bende susuyorum sevgimi saklayıp içimde....
Duyuyorsun değilmi suskunluğumu nasıl haykırıyor...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim ...
Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde .....
AŞK ÖLÜMDÜR / Syf 84-85-86
10 Şubat 2014 Pazartesi
PEMBE ÇORAPLAR
Sallanıp duran pembe
çoraplara dakikalarca takılıp kaldım. Gözlerimi kapatsam üzerindeki minik beyaz kalplerin şeklini çizebilirim artık. Karşımda çoraplarının pembesinde
minik saten kurdeleler işli, etekleri fırfırlı beyaz elbisesi içinde kıpırdanıp
duran, belli ki oturmaktan çok sıkılmış bir kız çocuğu var. Ayaklarını bir o
yana bir bu yana hiç durmadan sallayıp duruyor. Ayakkabılarını çoktan fırlatıp
atmış. Yanında oturan annesinin gözü duvardaki saatte. Ara sıra da dönüp kızına
azarlar bir şekilde uslu durmasını tembihliyor. Kadının elleri terliyor olmalı. Sık sık avuçlarını ovalayıp pantolonuna sürtüyor. Pencereden salonun ortasına
kadar yayılan Şubat güneşi odayı ısıtıyor, ancak görülen o ki dışarıdaki bahar havası
şu küçük kız dışında bekleyenleri ilgilendirmiyor. Kesin kızın aklı girişteki
büyük parkta.
Uzak bir köşede oturan
başka bir kadın elindeki mecmuanın sayfalarını hızlı hızlı çeviriyor. Okumak
için değil bakmak için olsa gerek, dergi ve gazetelerin bulunduğu sehpadan
gidip bir yenisini alıyor.
Nihayet hemşirenin
salona gelerek sıra sizde, buyurun demesi ile çocuğun yanındaki kadın, yüzünde endişeli
bir tebessümle ayağa kalkıyor ve kızına uslu durmasını söyleyerek sanki az
önceki sabırsızlanan o değilmiş gibi ağır adımlarla muayene odasına doğru
ilerliyor.
Hemşire bana doğru
bakıp sinirli bir halde söyleniyor.
“Doktor hanımın müsait
olmadığını söylemiştim size. Görüşme yapmak için dahi olsa randevu almanız
gerekiyor.”
“Bakın Yeliz Hanım. Az
önce de söylemiştim. Yeliz di değil mi?”
Kadın evet der gibi
başını sallayarak devam etmemi istiyor.
“Siz yenisiniz sanırım.
Ben Handan Hanımın çok eski hastasıyım. Aynı zamanda arkadaşıyım. Sadece
raporlarımı gösterip çıkacağım. Fazla vaktini almayacağım.”
Kumral saçlarını
azametle geriye doğru atarken parmağındaki tektaşı gözüme sokar gibi elini
savuruyor. “Bekleyin o zaman. Son hastadan sonra bakarız,” diyor ve cevap
vermeme fırsat tanımadan doktorun odasına giriyor.
İşte o an küçük kızla
göz göze geliyoruz. Gülümsemeye çalışıyorum. Anlıyor. Oturduğu yerden bir
zıplayışta kalkıp yanıma geliyor. Elini cebine götürüp çıkarttığı kâğıt mendili
bana uzatıyor. Taş zemine basan pembe çoraplı ayaklarına bakıyorum.
Kucaklıyorum minik gövdesini. Sarılıyor bana. Yerine oturtuyorum. Öpüyorum
yanağını.
İnsanlığın en güzel
yanı masum çocukluk yılları olmalı. Büyüdükçe kuşanılan ipek çoraplarla dışı
alımlı içleri kokuşmuş birer canlıya mı dönüşülüyor acaba?
Bekleme salonundan
çıkarken arkamdan seslenildiğini duyuyorum. Hemşire birkaç kez adımı söylüyor. Dönmüyorum
geri. Elimdeki raporları yırtıp atıyorum çöp kutusuna. Çıkan sonuçlardan kimseye
bahsetmeme kararını o an mı verdim bilmiyorum. Yutkunuyorum. Boğazımda bir
yanma. Bu sefer tutmuyorum yaşlarımı. Ağlayamadıklarım için de ağlıyorum
sokaklarda. Şubat güneşi gözümü alıyor. Gözlerimin içi yanıyor.
İyi hissediyorum
kendimi… Çok iyi… Aklımda kalan pembe çoraplar ve bir sıcacık sarılma.
8 Şubat 2014 Cumartesi
ÇULSUZUN HİKÂYESİ
Önceleri Ortaca’ya
gidip yüz yüze konuşmak daha akıllıca geldi. Ama gideceğim günler yaklaştıkça
bu fikir o kadar da cazip gelmemeye başladı.
Söyleyeceklerimi önce
bir kâğıda yazdım. Bak kızım diyecektim. Yok yok böyle bir ifade ile başlamak
kabalık olurdu, ne de olsa iki yıl mektuplaştık kızla. Sevgilim de diyemedim.
Gerçi mektuplarda yazıyordum ama o ne de olsa mektup. Birkaç saatliğine otobüs
yolculuğunda gördüğüm birine ikinci görüşmede sevgilim demek yürek işi.
Anlayacağınız o yürekte bende yoktu.
Hani içim de ısınmamış
değildi ona. Hatta bir aralar kendi yazdıklarıma bile inanır olmuştum. Ya da
inanmak istemiştim. Yazdığım mektuplar yalnızlığımı dolduruyordu. Bir de
askerde herkesin bir yavuklusu vardı. E bizde anlatıp havamızı atmasak olmazdı.
Ama şimdi düşünüyorum
da yazık ettim kıza. Allahın garibi aşık oldu benim gibi çulsuza. Belki de bana
değil yazdıklarıma. Ama oldu işte bir kere.
Neyse bin bir provadan
sonra atlayıp gittim Ortaca’ya. Son durakta geri dönmeyi de düşünmedim değil.
Sonra dedim koca adam oldun, iki kelime etmekten mi acizsin. Hadi oğlum
cesaret. Diye diye vardım.
Gittim ama gitmez
olaymışım. Bana bütün aile el birliği ile oyun ettiler. Kıza yazdığım
mektupları bulmuşlar. Amaç beni oraya çağırıp kızı bana vermekmiş. Önce bir
güzel yedirip içirdiler. Ardından sanki kız istemeye gitmişim gibi babası
tutuğu gibi yüzükleri parmağımıza geçiriverdi. Ne olduğumu ne diyeceğimi
şaşırdım. Ağabeyi belindeki silahı bana göstermese kaçıp gideceğim çoktan. Ya
sabır deyip her dediklerine kafa salladım. Elbet benim de bir bildiğim vardı.
Sonunda evlendik.
Evlenmeden evvel babasından dükkân için iyi bir sermaye de aldım. Bu devirde iş
kuracak sermayeyi adama kendi babası zor verir. Eee o kadar da olacak. Aslan
gibi damat aldılar. Onların oyununa göre ben de bir oyun yaptığımı sandım
böylece. Ama toyluk işte. Dükkâna karşı hayatımı verdiğimi anlamamışım. Güya
hesabıma göre işleri büyütüp kıza yol verecektim. Evdeki hesap çarşıya uymadı.
İşler büyüdü büyümesine, aklın almayacağı paraları kazandım. Kazandıkça daha
çok harcadım. Karı, kız, içki, kumar ne istersen var.
Sonra ne mi oldu? Bir
gecede kumar masasında kaptırıverdim dükkânı. Şimdi ne beğenmediğim karım, ne
de oyun yaptığımı sandığım dükkânım var. Beş parasız kaldım yine. Köpek gibi
pişmanım pişman olmasına ama gidip af dileyecek, her şeye yeniden başlayacak
cesaretim de yok. Meğer çulsuzun aptalı olmak ne zormuş be…
7 Şubat 2014 Cuma
BAZEN YAZAR BİLE YAZAMAZ !
Ağlatan yalnızlıkları
vardır insanın. Sessiz harflerle duvarlara anlattığı sırları. Böyle saatlerde;
geceye satılan uykuların hesabı bir fincan kahveden sorulur. Hüzün akıtan bir
şarkı konur pikaba. Eski fotoğraflar açılır ve başlar yalnızlığın muhabbeti. Yağı
bitmiş bir kandilin son titreyişi gibi görülür uzaklardaki evlerin ışıkları. Aynı
kaderi başka bir dilde söyler onlar şarkılarını. Her yalnız sanır ki kendinden daha
kimsesizi gelmemiştir dünyaya. En zalim kader ona yazılmış, en devasız dert onu
bulmuştur. Oysa ne hikâyeler vardır her perdenin ardında yaşanan. Ancak bir
yazar yazabilir anlatılamayan öyküleri. Yasağa rağmen söylenen sözlerin
bedelini, acıya rağmen gülen bir yüzün hüznünü, ayrılığa katlanamayan bir
aşığın ölüm duasını.
Fakat bazen bir yazar bile yazamaz; parmaklarına işleyen
yalnızlığın kelimelerini…
3 Şubat 2014 Pazartesi
BİR BULUTUN GÜNLÜĞÜNDEN...
Yalpalayarak kalktı
oturduğu yerden. Tahta iskemlenin belinden sırtına doğru yayılan sızısını
hissetti ilk birkaç adımında. Ruhu kadar yaşlanmış olmalıydı bedeni de. Hatta
bu gecenin sonunda belki daha da yaşlanacaktı. Geçmişi meze yaptığı sofrasında
karşısına oturttuğu gençlik günleri ona, düşünmeden harcadığı hoyrat zamanlarının
hesabını soracaktı. Yoktu verecek bir yanıtı, pişmanlığın gelip yerleştiği bu
orta yaşında.
“Tuvalet nerde evlat?” diye sordu ufak komiye.
“Hemen solunuzda bayım,” cevabını alınca farkına vardı helâ kapısının önünde
öylece bekler olduğunun. Yarı açık kapıyı dirseği ile ittirerek içeri
girdi. Yer taşları kadar duvar
fayansları da kararmış olan helânın havası sidik ve kusmuk karışımı ağır bir
kokuyu içeriyordu. O da meyhanedeki diğer sarhoş müşteriler gibi bunu
hissetmeyecekti. Soğuk suyu açıp bir avuç dolusu su alıp başından aşağı boşalttı.
Saçlarından süzülen sular ensesinden aşağılara indikçe ürperdi. Lavabonun
üzerindeki kirli aynada görülen yorgun çehre ona ait değilmiş gibi baktı kendi
aksine. Beyazları çoğalmış saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı.
Gençliğinde de kendini öyle aman aman yakışıklı bulmazdı. Kadınları cezp edecek
ne vardı bu suratta? “Bakışların…” derdi Melek. “Öyle bir bakıyorsun ki o
karanlığın içinden güneşin renkleri yansıyor dünyama ve sadece senle ben oluyor
yerküre… Cennet topraklarına ayak basmışım gibi dizlerim titriyor sen bana
bakınca… Ve o zaman anlıyorum neden var olduğumu…” Yeniden bir hançer girdi
yüreğine. Sıkıştı nefesi. Soluk alamaz oldu. Kendini dışarı attı can havliyle.
Meyhanenin dış kapısına koşar adımla ulaştı. Gecenin ayazı vurdu yüzüne.
Ürperdi ama bu soğuk iyi geldi. Buraya geldiğinde onu sırılsıklam ıslatan
şiddetli yağmur kesilmişti. Islak Arnavut kaldırımları sokak lambasının sarı
ışığının altında parlıyordu. Tek rahatsız eden şey kulağının dibinde yükselen
sesti. Başını çevirip baktığında gördüğü manzara kızgınlığının bir anda
dağılmasına sebep oldu. Kapının hemen önüne tünemiş küçükten bir oğlan çocuğu
boyundan büyük bir darbuka ile bir şeyler çalıyordu. Böyle bir sesin şu küçücük
çocuktan çıkmasına hayret ederken bir yandan insancıkların neler yaşadıklarını
geçirdi kafasından. Gecenin bu vaktinde evinde olması gerekmez miydi bu
çocuğun? Neydi hikâyesi? Burunları delinmiş bez ayakkabısından çıkan mavi
çorapları gözüne çarptı. Boğazlı kazağın yakasını ağzını örtecek kadar çekmişti
suratına. Hayat sadece kendine zor değildi. Herkes payına düşeni alıyor
olmalıydı. Elini cüzdanın attı ve en büyük kâğıt parayı çıkartıp oğlanın eline
sıkıştırdı. Çocuk çalmayı yarıda kesip bir elindeki paraya bir de Bulut’a baktı
uzunca bir süre. Şaşkınlığı sevince dönüşünce ayağa fırlayıp var gücü ile daha
bir hızlı vurmaya başladı darbukanın derisine. Gecenin sessizliği içinde
yayılan oynak nameler Tepebaşı’nın arka sokağında yankılanırken Bulut kederinin
demini bozmaktan korkarcasına meyhanenin hüzünlü havasına geri döndü.
2 Şubat 2014 Pazar
BİR MELEĞİN GÜNLÜĞÜNDEN…
Başımın üzerinde bangır
bangır bağıran yüksek volümlü şu müziği susturmanın bir yolu olmalı. Düşüncelerimle
baş başa kalmak için burayı seçmem gibi buzlu kahvenin hararetimi bastıracağını
sanmam ne büyük yanılgı. Her yudumda boğazımı serinleten sahte hissin ardından
alevler yükselirken iç yangınını söndürecek bir çarenin henüz keşfedilmemiş
olduğunu anlıyorum. Bardağımdaki büyükçe buzdan birini çıkartıp şakaklarımda,
ensemde, boynumda gezdiriyorum. Parmaklarımın arasından eriyip akarken kahvenin
kalıntıları değdiği yerlerde lekeler oluşturuyor. Üzerinde kahverengi damlalar
belirmeye başlayan beyaz gömleğim ruhum kadar kirli değil henüz. Bir yolu
olmalı bu pislikten çıkışın. Kine, nefrete bulanmış ruhu ancak ilahi bir aşk
temizleyebilir. Yeryüzünde kaç kula nasip olmuştur böylesi bir aşk? Âdem
gerçekten Havva’ya aşık olmuş mudur ya da Havva Âdem’e? Aşk adına yazılmış tüm
kitaplarda arayış vardır. Bulan olmamıştır aradığını. Asıl olan yola çıkmak,
kızgın asfalt üzerinde şikâyetsiz, yönsüz, sonsuz yürümektir belki de… Kim
bilir?
YALNIZLIK ÖRTMÜŞSE ÜZERİNİZİ...
“Hani yalnızlığı
severim” diyen palavralar vardır ya… Hepsinin düpedüz yalan olduğu öğrenirsiniz
kimsesiz günlerin birinde… Yalnızlığa terk edilmek sadece kedilere hüzün vermez…
Belki Sezen’in şarkılarını dinler ağlarsınız, belki bir kedi alırsınız; yalnızlık
o gelince kapı dışarı gidecek sanarak... Oysa aldanışın başka bir türüdür bu…
Çünkü öyle bir başköşeye yerleşmiştir ki yalnızlığınız, hiçbir yere kıpırdamaz…
Soğuk bir kış gecesinde kuzinesi olan bir dost hayal edersiniz… Üzerinde
kestane kızartıp çağırdığını düşleyerek… Sıcacık olur içiniz… Lakin uzaktır
yollar, çok uzak... Varılmayacak kadar uzak… Geç kalmıştır zaman ya da derman
bitmiştir dizlerde… Üşümüş ayaklarınızı ovarsınız… Isınmaz… Olmadı kıvırırsınız
dizlerinizin altına… Yine ısınmaz… Düşerlerdeki kadar ısınmaz ne yüreğiniz, ne
bedeniniz; eğer yalnızlık örtmüşse üzerinizi…
20 Ocak 2014 Pazartesi
Küçüktüm büyüdüm…
Bundan sonra yazacağım her cümle
yalnız senin için… Gerçeğimi sakladım satır aralarına… Sırrım sende, özüm saklı
içinde…
Ne çok yalnızlıklar yaşadık
birlikte, ne ayrılıklar, ne terk edilişler… Birkaç doğru ve bir dolu yanlışlar…
Affettim seni… Affettim seni her
üzeni…
Sana hiç, ‘Seni seviyorum…’
demedim… Herkes gibi kendimi sevdiğimi bilmeyenlerdendim… Biliyorum geç
kalmadım… Ve biliyorum, ilk mektup için de çok geç kalmış değilim… Yazmak için
öyle çok anı topladım ki… Ama artık yazmak istediklerim onlar değil… Onlar
bugüne getirenler oldu… Ve geçmişteki yerlerini aldılar…
Bundan sonra mor perdenin
arkasındakileri anlatacağım sana… Aslında görmek istediğin ama görmekten
korktuklarını… Susup söyleyemediklerin gibi bakıp göremediklerini sereceğim
önüne…
Gönlümün kapılarını sana açtım
sonuna dek…
Geceyi bekledim aydınlığı görmek
için…
Sonsuzda aldığım yol bir karış
bile etmez…
Ama içim rahat, yolumu aydınlatan öyle bir yıldız var ki…
Senden başka kimse bilmez…
NALAN GÜVEN / AYTEN
3 Ocak 2014 Cuma
Bitti
mi yani şimdi?
Gittin
mi sen bilmediğim bir uzağa?
Hayatının
hep bir yerlerinde olacaktım hani?
Ne korkunç bir rüyaydı… Duyduğum çığlık bana mı aitti?
Ter içinde uyandım. Bulut’un, “Özlemiyorum!” diyen sesi duvarlara çarpıyordu.
Annemin sözü geldi aklıma, beni rahatlatmak istercesine, “Rüyaların tersi
çıkar…” diyordu.
Ya gerçekten beni unuttuysa ve artık özlemiyorsa...
Tüm yaşadıklarımız onun kurgusunu yaptığı bir senaryodan ibaret olup, sonu da
onun yazdığı gibi noktalandıysa… Böyle mi yaşanıyordu ayrılıklar?
Ve sen bilmiyorsun kızıl bir alev kaplıyor içimi…
Olması gerektiği gibi oluyor sana göre… Bitmesi
gerektiği gibi bitiyor bir çırpıda…
‘Özlemiyorum!’ diyebildiğin gibi, anlamsız birer anıya
dönüşmüş yıllarımız… Üzerinden geçen binlerce yabancı adımla silinmiş birlikte
yürüdüğümüz yollar… Sigaranı paylaşmıyor, başımı omzuna dayayamıyorum ne
zamandır… Artık ölçülebilir bir uzaklığa dönüşmüş fısıltıyla konuşabilecek
kadar yakın mesafeler… Gri bulutlar çökmüş koca şehrin kubbesine, ha yağdı ha
yağacak yalnızlığımın yağmurları ve sürüklenecek takvimin koparılmış sayfaları
arasına sıkışmış ümit kırıntılarım…
Bu muydu olması gereken? Oyunun sonunu sen miydin yazan?
Artık okunmaz oldu geleceği olmayan replikler…
Yüzümüze gözümüze bulaştı hayal maskesinin sahte boyası… Ve bu kadar yalan
mıydı yazılanlar… Siyah gözler… Şiirler…
Bilmez misin kızdırınca demiri kor haline gelir,
yanmaz alev alev ama kıpkırmızıdır. Ya sıçradıysa bir kor zerresi yüreğine…
Küçük bir oyun uğruna sönmeyecek bir ateşi yakarken, hiç ihtimal verdin mi
elinin de yanacağına? Ya da seneler sonra pişmanlık ateşinin yüreğini
dağlayacağına…
Ama ne önemi var… Olması gerektiği gibi oluyor her şey
sana göre…
AŞK ÖLÜMDÜR / Syf 239
ADAM GİBİ ADAM LAZIM !
Korkaklarla yok bizim işimiz
Kocaman cesur yürekler lazım
Göğüslerinde iman, damarlarında aşk
Karalamayan, yaralamayan dost lazım
Palavradan söyleve tok karnımız
Sözünün eri adam gibi adam lazım
Yalandan ağarmamışsa saçı
Mertse bastığı vatan toprağı kadar adımı
Suale gerek yok, yeri daim hazır
Ana gibi, can gibi, bayrak gibi
Varsa böyle yâr, baş üstünde taşımak lazım
NALAN GÜVEN
DELİLİK SINIRLARINDA AKIL ARARKEN...
Ayrıcalık mıdır akıl
sağlığı yerinde bir insan olmak?
Sokaklar akıllıyım diye geçinen ruh hastaları ile doluyken, aklın
oyunlarına ayak uydurmak pahasına bataklığın balçığında debelenmek veya dere
kenarındaki yosun tutmuş bir kaya parçasının üzerine tünemiş gibi bu dünyayı
uzaktan izlemek… İçinde olmak istemediğimiz bir düzenin çarkını çevirmeye
zorlanmak…
Belki de delilik sınırlarında dolaşırken, yerimizi devredeceğimiz
evlatlarımıza verdiğimiz öğütlerin ardına saklanacak kadar akıllıyız her
birimiz. Ya da inanmadığımız, inanmış gibi yaptığımız veyahut inanmak zorunda
bırakıldığımız toplum baskılarının gönüllü elçileriyiz. Düşünmeye zaman
ayırmadan, düşünmekten korkarak gündelik yaşamı harcayan, keşkeleri çoğaldıkça
mutsuzlaşan bireyleriz. Akıl hastanelerini dolduranları, “deli” kelimesinin
içine hapsettiğimiz küçümseme, alay, dışlama, acıma ve daha birçok benzeri
sözcükle üstü kapalı yargılarken, aslında çok bizden olan ama bizde olmadığını
varsaydığımız kişilik bozukluklarını yok sayarız.
Oysa ki; ölümün varlığından nefes
almak kadar emin olup, her nefes alışla ölüme bir adım yaklaşıldığını
umursamayacak veya yokmuş gibi var sayacak kadar hayatın gerçeğidir bu. Belki
de ölümle yüzleşmek kadar korkutucu bir gerçek olduğu için bir kaçıştır. Her
gün yapay bir köprünün üzerinde yarınımıza geçiş yaparken o köprünün bir gün
kırılacağını düşünmeden aklımıza güvenir, bize uymayan fikir ve davranışları
yargılarız. Yarının bizler için ne sürprizler hazırladığını bilmeden…
Delilik sınırlarında akıl ararken; gün gelip
yeşil parmaklıklı bir binanın ardından dünyaya bakacağımızı tasavvur dahi
etmeden, gözü açık gerçek dışı bir rüyanın esareti içinde yaşar gideriz…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)