30 Ekim 2014 Perşembe

Yıldızlar Ateş Böceği Sanılmaktan Korkmazlar - TAGORE

Her birimiz içimizde patlamaya hazır bir bomba taşırız ve ürkeriz adım atmaktan. Suya düşen tek damlanın etrafında hareler açarak koca bir okyanusu nasıl dalgalandırdığını düşünür, dokunmaya cesaret edemeyiz yüreğimizdeki deryaya...
Mesela, sevdiğimizi söylemekten korkarız; ya yanlış anlaşılırsak endişesi ile... Parmak kaldıramayız hayata; ben buradayım diye haykırsa da iç sesimiz. Sövmek de ayıptır, sevmek de... İhanete ağlamak isteriz; yutkunuruz... Bazen olmadık bir şeye çocuklar gibi pervasız gülmek isteriz; kahkahamız boğazımızda söner... Yara alırız her yola çıkışımızda, darbeler incitir adımlarımızı... Yürümek dahi zor gelirken, oysa koşmaktır asıl istediğimiz...
Saklanırız... Susarız... Korkarız... Bin bir maske takarız yüzümüze... Kendi yıldızımızdan habersiz, perdeler çekilmiş dünyamızda kısarak gözlerimizi yaşar gideriz...

Ne olur Ateş Böceği sansalar bizi!
Yaratılan her can ayrı bir ışık değil mi? Parıldamak varken sönmek niye? 
Bilmeliyiz ki ;

Ateş Böceği olmak bir ayrıcalıktır... 



28 Ekim 2014 Salı

Alın Teri Nedir?





Vicdanın sesi siler ter damlalarını, aynadaki yorgun yüze tebessüm ederken göz bebekleri... Peki nedir şu Alın Teri dedikleri?

Parayı helal kazanmaktır. İşini doğru düzgün yapmak, evine götürdüğün ekmeğin her kuruşunun ardında dimdik durmaktır. Çocuklarının başını tertemiz ellerle okşamak, geceleri huzurla uykuya dalmaktır. Öyle kolay değildir elbet ama zannedildiği kadar da zor değil...

Alın teri kokan kocaman yürekli eller dokunmaya devam ettikçe yaşamın içine, daha zaman var demektir... Batsın bu dünya diye şarkılar söylesek de kolay yıkılmaz bu dünya... Alın teri yeşertir toprakları...

17 Ekim 2014 Cuma

KEŞKELER...

En köhne yalnızlıkları soludu yürekler… Delice sevdi ve hatta sevildiğini bilmeden isyankâr oldu kaderin yazgısına… Işıldayan sokaklarda yağmur birikintisine dönüştü gözyaşları… Yüksek binaların kuytusunda kalmış bir sığınak aradı… Ya da sözünü saklayıp, sırrını gömecek bir mahzen…
Oysa gizlenemezdi hiç bir acı...

Hani çocukluğun korkulu gecelerinin karabasanları büyüklere uğramazdı!
Hani el öptüğüm o edep bekçileri sormaz oldu hatırımı!
Tıpkı Nietzche’nin dediği gibi; uçuruma uzun süre bakmış olmalıyım ki, şimdi uçurumun da bana baktığını fark ediyorum.
Hey Hak… Kabul her aldığın, verdiğin nefes kadar… Bırakma tuttuğun eli… Ben fırtınasını da sevdim bulutunun...
Şimdi bir ölümlünün kitabıdır yazılanlar…
Ah keşkeler… Keşkeler…

Anlayan anlar…




ERKEK SEVERSE / Aşk Kaybetmektir Aslında!

“Dağınık bir yatağın şehvet sigarasıdır dokunamadığım tenin şimdi… Bedeninin değdiği yerlere el sürmeye kıyamazken, sen aramıza giren ölümden daha beter bir yalnızlık içine terk ettin beni. Geride bıraktığın mektuplarla dağlıyorum yaralarımı. “Şimdi vur başını!” der gibi,  ikinci mevki localarda seyre daldığım gençliğim sırıtıyor duvarlardan. Kokun sinmiş olmalı ve soluduğun nefes, perdelere. Belki de hâlâ başucumdaki lambanın düğmesinde parmak izin var. Bakışlarının değdiği aynada kendime bakıyorum. Tanınmaz halimi tanıyabilecek kadar geçmemişim kendimden. Suratıma tüküresim geliyor… Kendimi dövesim…”


27 Eylül 2014 Cumartesi

YENİ ROMANIM "ERKEK SEVERSE" 3 EKİM'DE TÜM KİTAPÇILARDA...














Ve Eylül biter...




Mavi düşlerin yorgunluğunda sarıya çalan hazin bir yaprak gibi takvimlerden düşer solgun günler... Dilde yarım yamalak şiirler dolanır tıpkı sevgilinin bıraktığı öpüşler gibi... Yüklüklerden çıkartılırken kalın yorganlar, geçmişte kalan gelir oturur aklın odalarına... İşte o zaman olması gerektiğinden daha çok üşütür sonbahar geceleri... Yalnızlık da eklendi mi üzerine, vaktinden önce gelir dayanır kış kapıya... Eylül biter bitmesine ama bir türlü bırakmaz yakanızı hüzün mevsimi...

Nalan Güven

22 Eylül 2014 Pazartesi

ANA KÜLTÜR SANAT DERGİSİ / EYLÜL-EKİM 2014

EY ÂDEMOĞLU SEN AŞKI YANLIŞ ANLADIN!


Sıcak bir yazın ardından tüm okurlarımıza merhabalar;
Bana ayrılan bu satırlarda "Aşk’a Dair" başlığı altında birçok kez aşkın çeşitli hallerini yazdım. Oysa şimdi dergimizin sonbaharın ilk sayısında beni derinden yaralayan bir konuyu paylaşacağım; sizlere kendini bu dünyanın “asıl sahibi” sanan insanları anlatacağım.
Maalesef bu yaz gün geçmedi ki zulme uğramış zavallı bir hayvanın haberini duymayalım… Gözünü kırpmadan kedi ve köpeklere işkence edip, hunharca öldürenlerin videolarını sosyal paylaşım sitelerinde dehşetle izledik. Hatta izleyemedik, gözümüz / gönlümüz el vermedi sonunu getirmeye. Kendimizi sorguladık, kimi zaman insanlığımızdan şüphe ettik. “Kapınızın önüne bir kap su…” sloganı ile sıcaklarda susuz kalan hayvanlar için yardım çağrıları yapanların yanı sıra, konan su kaplarının içini sigara izmaritleri ile dolduran ahlak düşkünlerine şahit olduk. “Dünya bu kadar korkunç olamaz…” diye haykırdık utanç içinde.
Neydi bizleri bu hale getiren? Kendimizi dünyanın sahibi sanırken, bizim de bir sahibimiz olduğunu unutturan? Hâlbuki insanlık var olmadan önce hayvanlar yeryüzünün asıl sahipleriydi. Bizler onların ev sahipliği yaptığı bu gezegene yerleştikten sonra her şeye el koyduğumuz gibi hayvanları da köleleştirmeye çalıştık.
Yıllar önce yazdığım, adı; “Farelerin Sığınma Hakkı” olan bir hikâyem vardı. “Kendinizi bir fare olarak hiç düşündünüz mü?” diye başlıyordu ilk cümlesi. Evet, şimdi yeniden soruyorum; ey insanoğlu kendinizi bir hayvanın yerine koymayı hiç düşündünüz mü?
Mevcudiyetimizin sebebi aşkken ve bizler insan olmanın ayrıcalığını bize bahşedilmiş bu yüce duygu ile zirveye taşırken, aşk sadece birbirimizi değil tüm canlıları sevmek için bir semboldür. İnsanoğlu bu yüce duyguyu anlatabilmek için edebiyat, musiki, resim, film ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha birçok sanat dallarından istifade ederken, aslında kendinin en saf halini de sergiler.
Ve ne tuhaftır ki böylesi güzel duyguları yaşarken başka bir tarafta da insanoğlunun ne kadar zalim olduğunu görürüz ve de yavaş yavaş insanlığından nasıl uzaklaştığına hayret ederiz. Aşk nerede diye sorarız?
Hani bir süre baktıktan sonra karanlığa alışır ya gözlerimiz, onun gibi bir şeydir işte; insanoğlunun yaşadığı dünyadaki pislikleri görmezden gelişi… Aşkı sadece karşı cinsinde arayışı ve de aldanışı…
Üçüncü sayfa haberlerine yüz çevirirken orada ismi yazan kişi olabilme ihtimalini düşünmeyecek kadar kendinden emin, cüzdanının şişkin olması ile avunup, yüreğinin boş olmasına akıl erdiremeyecek kadar varlığının acziyeti içinde ve de yeryüzündeki canlıların arasında kendini en üstün varlık sanışı… Hep bu yüzden işte…  “Asıl sahip” olmanın aldanışı… Birçoğumuzun içini sızlatan insanlık dışı davranışlar karşısında aşkı yeniden sorgulamamız gerekir bence… Ve diyorum ki ;
Ey Âdemoğlu; sen aşkı yanlış anladın… Yüreğine dön bak… Asıl sahibi bulacaksın…
Aşk ile yol almanız dileğiyle.

NALAN GÜVEN 

AŞKTA CESARET ERDEM MİDİR?



Cesaretin marifet olduğunu sanırız. Oysa biliriz ki; cesaret beraberinde korkuyu, acıyı, kaybetmeyi de getirir.
Bize hep cesur olmanın bir erdem olduğu öğretilmiştir. Sonu meçhul bir yolda ilerlemek, ödenecek bellere rağmen peşinen yenilgiyi göze almak her babayiğidin harcı değildir elbet... Ancak söz konusu aşksa bu bir kumardır.
Cesur kanımız bize, "Haydi ne duruyorsun!" diye haykırsa bile sorarım size; kumar oynamanın neresi erdemdir?

15 Mayıs 2014 Perşembe

YAĞMUR EVİ




Kelebeklerin dansını izliyorum... Mehtabın büyük bir bulutun ardına saklandığı o gece, Karlov Köprüsü’nü aydınlatan sarı ışıkların çevresinde binlerce gölge uçuşuyor. Uzaklardan gelen müziğin eşliğinde yaptıkları bu muhteşem valse ben de katılmalıyım. Önce kollarımı kaldırıyorum yukarılara, sonra ayaklarım kendiliğinden ritme uyuyor. Rüzgârın esintisi bana kollarında dans ettiğim rüya geceyi getiriyor.

Evet, yağmur evindeyim. Ben taktım bu ismi. Çünkü yağmurlu bir akşamüstü mutluluğun yanıma gelmesini orada beklemiştim. Çok geç olmuştu gelmesi. Hava kararmış, sessizlik çökmüştü. Kapım çalındığında midemde dans eden yüzlerce kelebek kanatlarını çırpmaya başlamıştı. Ve o kapıdan girdiğinde yağmur dinmişti. Boynuna atlamıştım, öpücükler kondurmuştum dudaklarına. Havalara kaldırmıştı beni. Etraf aydınlanmıştı dolunayın ışığıyla. O gece mutluluğun kollarında uyumuştum. Sabah güneşli bir güne merhaba derken, yağmuru özleyeceğimi biliyordum. Yağmur evi bir gecelik mutluluk için kapılarını açmıştı çünkü…

Köprü üzerindeki kelebeklerin dansı, mehtabı kapatan o kocaman bulutun gitmesiyle sona eriyor. Binlerce kelebek kendini köprünün boşluğundan serin sulara bırakırken havada kar yağışını andıran görüntü ile önce ellerim, ardından bedenim ve yüreğim buz kesiyor. Anlıyorum ki bu dans kelebeklerin ölüm dansıymış.
Bir gecelik son dans… Tıpkı Yağmur evindeki gibi…

10 Mayıs 2014 Cumartesi

NEREDESİN ANNE?

Sandım ki büyümüşüm…   Anladım yanılmışım… Ben hâlâ küçüğüm… Çok oldu yüzüne, sesine hasret kalalı… Dardayım… Zordayım… Sen neredesin anne?
Hani çocukları kandırırlar ya; o artık bir yıldız, seni gökyüzünden seyrediyor diyerek… Bense kaç zamandır bakıyorum yıldızlara hangisi sensin diye…  Oysa masallara kanmayalı hayli zaman olmuştu…  Usulca acıyor içimde yerini bilmediğim yerlerim… Kime ne söyleyebilirim ki?
Adına bir kitap yazdım, geçmedi özlemin… Sevdim… Aynı senin gibi çok sevdim… Acım dinmedi annem… El öpecek kimsem de kalmadı bayramları… Geceler uzun düşünmek için ama çok soğuk… Kıvrılıp büzüldüğüm yerde uyuya kalıyorum bazen… Üzerimi örtmüyor kimse… Hani diyor ya Ahmet Kaya; “Penceresiz Kaldım Anne…”
İşte öyle… Penceresiz kaldım anne…


NALAN GÜVEN / 10 Mayıs 2014



9 Mayıs 2014 Cuma

Ben imkânsızı mı istiyorum evlat?



Yüreğimin içine koy ellerini, üşüdüm karda yatmış gibi…
Seni kucağıma ilk verdiklerinde başını sol göğsümün üzerine yaslamıştım… Ve ben sandım ki sen hep başını benim göğsüme yaslayacaksın...
Şimdi ben çocuk oldum bak, sen de koca bir adam. Boyun boyumu geçti nicedir. Belli midir hangimiz ana hangimiz oğul? Son günlerde daha bir yaşlandım galiba. Bir garip istekler hâsıl oluyor yüreğimde. Mesela; başımı omzuna yaslamak, dizlerinde uyumak istiyorum. Hatta unut annen olduğumu, ben senin yavrun olmak istiyorum. Beni koruyup kollamanı, hastalanınca bir tas çorba içirmeni istiyorum. Ama en çok da eskisi gibi bana sımsıkı sarılmanı, beni çok sevdiğini söylemeni istiyorum.
Vakit gitgide azalıyor. Dilinde söylenmemiş sözlerin ağırlığı, söylenmiş acı cümlelerin kırgınlığı kalmasın oğul… İşte bu yüzden belki imkânsızı istiyorum.
Senden ayrılacağım o ilk gün, hani beni toprağa koyup gideceğin gün, giderken son kez dönüp beni bıraktığın o yere bakmanı istiyorum.
Ben seni çok sevdim evlat… Sen de beni yarısı kadar sev istiyorum…

Nalan Güven 

4 Nisan 2014 Cuma

TÜNEL RÜZGÂRI



Ne zaman yazmaya başladım sana? Seni tanımadan evvel mi?
Yoksa beni düşündüğün bir gecenin sabahında yazdığın o mektubu okuduğumda mı? Gönlüme ateşin düştükten sonra mı alev sardı parmaklarının değdiği tenimi?
Kaçmaktan söz ederken koştum yanına bir tünel kuytusunda…
Tahta yuvarlak bir masa, ufak bir kuruyemiş kâsesi, yarısı içilmiş bira bardağı ve sen kucak açtınız kaçak zamana…
İlk kez değdi yüreğine başım… Tek bir kalbe dönüştük sarıldığım kollarında… Tatlı bir bahar soğumuş ellerimi ısıttı…
Söz neydi? Benden önce kim geldi? Başka kimler gelecekti? Sildim tüm soruları… Cevaplar sana çıktı…
Tünel rüzgârı üşütürken dönüş yolunda kulağımda fısıltısı kaldı sözlerinin… Saçlarımda nefesinin ılıklığı… Ve ben her adımda sana yaklaştım…
Nereye varacağımı bilmeden aktı Nisan yağmurları gözlerimden…
Dudağımda bir şarkı… Gölgemde sen…

Ve peşimde Tünel Rüzgârı…

31 Mart 2014 Pazartesi

https://www.facebook.com/yazarnalanguven?ref=hl






SEVGİLİ OKURLARIM,

GÜNLÜK DUYURULARIMI, YAZILARIMI VE ŞİİRLERİMİ FACEBOOK SAYFAMDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ.
YAZI GÖRÜLMEYEN BİR BAĞDIR ARAMIZDA...

SAYGILARIMLA...

https://www.facebook.com/yazarnalanguven?ref=hl






3 Mart 2014 Pazartesi

BU HAYAT NEDEN SENSİZ.......

Omzunda hüngür hüngür ağlayabilseydim keşke… Anlatabilseydim sensiz geçen onca günü, geceyi… Hesabını sorabilseydim, yüzüne, sesine hasret yıllarımın… Beni sensiz kalmaya mahkûm ettiğin o günden beri, hayatın tüm kapıları kilit kilit üstünde… Hiç de uğraşmıyorum açmak için… Hafifçe aralanacak olsa ben kapatıyorum açılan kapıları…
Hani beni kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldığın o resmimiz var ya! O resim aynanın bir kenarında… Çok dayanılmaz oldu mu hasretin, kapatıyorum gözlerimi, giriveriyorum resmin içine… Kolların sarıyor beni. Sıcağını hissediyorum. Kulağıma şarkılar mırıldanıp, hatta içinden beni sevdiğini bile söylüyorsun…
Sen de özlüyorsun beni biliyorum… Gittiğin yerlerde, genç bir kız gördüğün zaman dönüp başını bakıyorsun… Dudaklarında buruk bir tebessüm, ‘Büyüdü mü şimdi bu kadar?’ diye kendi kendine soruyorsun…
Arada birkaç mektubun geliyor… Hepsini defalarca okuyup başucumdaki çekmecede saklıyorum… Uyumadan evvel her gece, bir daha bir daha okuyorum… Her bir mektubunda, uzun uzun nasihatler edip, ‘Hayat mücadele etmektir, dayanmalısın!’ diyorsun. Hiç bir mektubun neden beni bu mücadelede tek başıma bıraktığını anlatmıyor… Ve hiçbir sorunun cevabı açıklamıyor, bu hayat neden sensiz baba?

AYTEN


25 Şubat 2014 Salı

SENDEN SONRA...

“Dağınık bir yatağın şehvet sigarasıdır dokunamadığım tenin şimdi… Bedeninin değdiği yerlere el sürmeye kıyamazken, sen aramıza giren ölümden daha beter bir yalnızlık içine terk ettin beni. Geride bıraktığın mektuplarla dağlıyorum yaralarımı. “Şimdi vur başını!” der gibi,  ikinci mevki localarda seyre daldığım gençliğim sırıtıyor duvarlardan. Kokun sinmiş olmalı ve soluduğun nefes, perdelere. Belki de hâlâ başucumdaki lambanın düğmesinde parmak izin var. Bakışlarının değdiği aynada kendime bakıyorum. Tanınmaz halimi tanıyabilecek kadar geçmemişim kendimden. Suratıma tüküresim geliyor… Kendimi dövesim…
Hâlâ merak ediyor musun beni? İşte böyle senden sonram…”

18 Şubat 2014 Salı

GÜLERKEN HATIRLAYINIZ BENİ...

Dostluk denen değer, son ana kadar belli etmiyor giyindiği elbiseyi. Zamanı geldiğinde altın yazmalı kaftanların içinden yamalı bohçalar çıkıyor gün yüzüne ve sırrı dökülüyor varak aynaların. Hatta gün gelip beden elbisesini dahi tutamaz oluyor üzerinde. Belki de bu yüzden yalnız gömülüyor insanoğlu. Çünkü kendi varlığı dışında sahip olduğu kimsesi yok. Ardında kalanlar ise üç beş gözyaşı damlasıyla acılarını giderip yaşamlarının çarkına devam ediyorlar kaldıkları yerden.

Siz gülerken hatırlayınız beni. Çünkü ben gülerek veda edeceğim. Gönüllü bir gidiş olacak yolculuğum ve tebessümle karşılanacak en güzel düğünüm. Hatta dinleyin, kahkahalarımı duyacaksınız. En içten, en saf ve en temiz gülücüklerimi saçacağım. 

Dostluğumu, sevdalarımı, umutlarımı ve kalemimi bırakıyorum avuçlarınıza. Yalnızlığın en doğru adresinde olacağım. Maskeleri, allı pullu giysileri bırakıyorum ayaklarınızın dibine…

Şimdi kaldığınız yerden devam…


17 Şubat 2014 Pazartesi

YAŞAM BİTMESİ GEREKEN BİR İŞ!



Kadın günün özetini yaptı üç cümle ile. Elleri titriyordu. Parmaklarının arasındaki sigaranın külü silkelemeye gerek kalmadan dökülüyordu ayaklarının dibine.
“Bu iş bu kadar…” dedi son sözünde. Oysa biten onca işin arasında bitmemesi gereken tek şeydi; “iş” dediği.
“Birkaç tahlil daha yaptırmamız lazım. Başka doktorlara da gideriz. Muhakkak yurt dışında tedavisi mümkündür…” Bu ve benzeri birçok cümle kurdu adam ardı ardına. Hiç birini dinlemedi. Radyoyu açtı, çalan şarkıya eşlik etmeye başladı. En sevdiği şarkıydı; “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim…” Namelerin eşliğinde sakinledi. Haberi öğrendiği andaki paniği geçmişti artık. Yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Zaten ne zamandır istediği bu değil miydi? 
Bu iş bitmeliydi!




14 Şubat 2014 Cuma

MELEK'ten BULUT'a...

“Bırakıp gidebilmektir zamanı geldiğinde. Bazen giderken kendini bırakmak, bazen alıp götürmek yanında aşka dair ne varsa. Uğruna vazgeçebilmek en değer verdiğinden, göze alabilmek hasreti, dil ile söylemeden adını kalbinden zikredebilmek her solukta.”

Aşkı sadece kitaptan bilen biri için epey beylik cümleler etmiştim sanırım. Bulut birkaç dakika öylece durdu. Birasından ufak bir yudum aldı ve yavaşça yutkundu. Sanki duyduklarını da içkisiyle birlikte sindirmeye çalışıyor gibiydi. Belki alkolün etkisi ile anlamlandıramamıştı bu aşk tarifini. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi.

“Sana aşık olmalıyım ben!”
Güldüm. Ne diyeceğimi hemen bilemedim, kısaca düşündükten sonra ancak cevaplayabildim.
“Ismarlama aşk olur mu?”
“Tabiî ki olmaz ama aşkı böyle tarif edene aşık olunur.”

Ne olduğunu kavrayamadığım bir konuşmanın içindeydik. Bakışları üzerimde gezindikçe sırtımın orta yerinden önce buz gibi bir ter damlası indiğini, sonra içimden alevlerin yükseldiğini hissettim. Kalbim çarpmaya başladı. Bana öyle bir bakıyordu ki, kahverengi gözleri simsiyah birer ateş topuydu sanki. Tenimin içine işliyor, kanımı yakıyordu. Ben ne yapmam gerektiğini bilememenin şaşkınlığı içindeyken o uzanıp ellerimi avuçlarının arasına aldı. Tabureden kalkmak, bir an önce bu mutfaktan kendimi dışarıya atmak istiyordum ama olduğum yerde mıhlanıp kalmıştım. Kaçmak istediğimi anlamış gibi ellerimi daha bir sıkı kavradı ve bana doğru yaklaştı. Nefesi sigara ve alkol kokuyordu ve ben galiba gerçekten sarhoş olmuştum, başım dönüyordu. İçeriden gelen kahkahalar ve sesler dolduruyordu dört köşe mutfağı. Kıpırdayamıyordum, gözlerimi kaçıramıyordum bu yakıcı bakışlardan. İçinde yaşamadığım bir zaman kesitindeydim artık. Balkonun aralık kalmış kapısından yüzüme vuran rüzgârın soğuğuyla daha bir harlanıyordu ateşim. Uzaklardaki evlerin ateş böceklerini andırarak göz kırpan ışıkları gibi maviye, yeşile, mora döndü gecenin loşluğu ve ben yüzüme vuran parfümünün kokusu ile karanlığın içinde, bu hiç tanımadım adamla yok olmak istedim evrenin yıldızları arasında. Görmediğim ülkelere gitmek, bilmediğim dillerde şarkılar söylemek ve kollarında saatlerce dans etmek. Dudaklarından dökülen şiir tadında sözcükler içinde kaybolmak ve bir daha geri dönmemek…

Bedenimin titrediğini hissederek ait olduğum zaman dilimine geri döndüğümde farkında değildim geçen sürenin. Ellerimi avuçlarından çektim. Hislerimin tam tersi cümlelerdi dökülen dudaklarımdan.
“Henüz beni tanımıyorsun. Daha bir saat bile olmadı tanışalı.”
“Beklerim ben de yarını.”
“Anlayamadım!”
“En sevdiğim romanlardan biridir Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı. Oğlan kıza sorar, ‘Ne iş yaparsın?’ Kız durur ve cevaplar, ‘Bırak o da yarına kalsın!’…”
“Güzelmiş.”
“Güzeldir insanın yarına dair ümitlerinin olması, kuracak hayallerinin ve beklentilerinin olması.”
“Bu yüzden hep yarına mı ertelersin sözlerini?”
“Ertelemek değil bunun adı, tüketmemek. Anlatarak bitiriyoruz her şeyi. Söylenmemiş sözler her zaman daha değerlidir.”
Sustuk ikimizde. Sadece birbirimize bakıyorduk. Ne gördüğümüz önemli değildi. Sessizce konuşuyorduk artık ve sanki bana gözleriyle Aziz Nesin’in, ‘Susarak’ isimli şiirini okuyordu.


Güneş altında söylenmedik söz yokmuş..
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi..
Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz..
Bende söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde..
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Bende susuyorum sevgimi saklayıp içimde....
Duyuyorsun değilmi suskunluğumu nasıl haykırıyor...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim ...

Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde .....

AŞK ÖLÜMDÜR / Syf 84-85-86

10 Şubat 2014 Pazartesi

PEMBE ÇORAPLAR




Sallanıp duran pembe çoraplara dakikalarca takılıp kaldım. Gözlerimi kapatsam üzerindeki minik beyaz kalplerin şeklini çizebilirim artık. Karşımda çoraplarının pembesinde minik saten kurdeleler işli, etekleri fırfırlı beyaz elbisesi içinde kıpırdanıp duran, belli ki oturmaktan çok sıkılmış bir kız çocuğu var. Ayaklarını bir o yana bir bu yana hiç durmadan sallayıp duruyor. Ayakkabılarını çoktan fırlatıp atmış. Yanında oturan annesinin gözü duvardaki saatte. Ara sıra da dönüp kızına azarlar bir şekilde uslu durmasını tembihliyor. Kadının elleri terliyor olmalı. Sık sık avuçlarını ovalayıp pantolonuna sürtüyor. Pencereden salonun ortasına kadar yayılan Şubat güneşi odayı ısıtıyor, ancak görülen o ki dışarıdaki bahar havası şu küçük kız dışında bekleyenleri ilgilendirmiyor. Kesin kızın aklı girişteki büyük parkta.
Uzak bir köşede oturan başka bir kadın elindeki mecmuanın sayfalarını hızlı hızlı çeviriyor. Okumak için değil bakmak için olsa gerek, dergi ve gazetelerin bulunduğu sehpadan gidip bir yenisini alıyor.
Nihayet hemşirenin salona gelerek sıra sizde, buyurun demesi ile çocuğun yanındaki kadın, yüzünde endişeli bir tebessümle ayağa kalkıyor ve kızına uslu durmasını söyleyerek sanki az önceki sabırsızlanan o değilmiş gibi ağır adımlarla muayene odasına doğru ilerliyor.
Hemşire bana doğru bakıp sinirli bir halde söyleniyor.
“Doktor hanımın müsait olmadığını söylemiştim size. Görüşme yapmak için dahi olsa randevu almanız gerekiyor.”
“Bakın Yeliz Hanım. Az önce de söylemiştim. Yeliz di değil mi?”
Kadın evet der gibi başını sallayarak devam etmemi istiyor.
“Siz yenisiniz sanırım. Ben Handan Hanımın çok eski hastasıyım. Aynı zamanda arkadaşıyım. Sadece raporlarımı gösterip çıkacağım. Fazla vaktini almayacağım.”
Kumral saçlarını azametle geriye doğru atarken parmağındaki tektaşı gözüme sokar gibi elini savuruyor. “Bekleyin o zaman. Son hastadan sonra bakarız,” diyor ve cevap vermeme fırsat tanımadan doktorun odasına giriyor.
İşte o an küçük kızla göz göze geliyoruz. Gülümsemeye çalışıyorum. Anlıyor. Oturduğu yerden bir zıplayışta kalkıp yanıma geliyor. Elini cebine götürüp çıkarttığı kâğıt mendili bana uzatıyor. Taş zemine basan pembe çoraplı ayaklarına bakıyorum. Kucaklıyorum minik gövdesini. Sarılıyor bana. Yerine oturtuyorum. Öpüyorum yanağını.
İnsanlığın en güzel yanı masum çocukluk yılları olmalı. Büyüdükçe kuşanılan ipek çoraplarla dışı alımlı içleri kokuşmuş birer canlıya mı dönüşülüyor acaba?
Bekleme salonundan çıkarken arkamdan seslenildiğini duyuyorum. Hemşire birkaç kez adımı söylüyor. Dönmüyorum geri. Elimdeki raporları yırtıp atıyorum çöp kutusuna. Çıkan sonuçlardan kimseye bahsetmeme kararını o an mı verdim bilmiyorum. Yutkunuyorum. Boğazımda bir yanma. Bu sefer tutmuyorum yaşlarımı. Ağlayamadıklarım için de ağlıyorum sokaklarda. Şubat güneşi gözümü alıyor. Gözlerimin içi yanıyor.

İyi hissediyorum kendimi… Çok iyi… Aklımda kalan pembe çoraplar ve bir sıcacık sarılma.  

8 Şubat 2014 Cumartesi

ÇULSUZUN HİKÂYESİ




Önceleri Ortaca’ya gidip yüz yüze konuşmak daha akıllıca geldi. Ama gideceğim günler yaklaştıkça bu fikir o kadar da cazip gelmemeye başladı.
Söyleyeceklerimi önce bir kâğıda yazdım. Bak kızım diyecektim. Yok yok böyle bir ifade ile başlamak kabalık olurdu, ne de olsa iki yıl mektuplaştık kızla. Sevgilim de diyemedim. Gerçi mektuplarda yazıyordum ama o ne de olsa mektup. Birkaç saatliğine otobüs yolculuğunda gördüğüm birine ikinci görüşmede sevgilim demek yürek işi. Anlayacağınız o yürekte bende yoktu.
Hani içim de ısınmamış değildi ona. Hatta bir aralar kendi yazdıklarıma bile inanır olmuştum. Ya da inanmak istemiştim. Yazdığım mektuplar yalnızlığımı dolduruyordu. Bir de askerde herkesin bir yavuklusu vardı. E bizde anlatıp havamızı atmasak olmazdı.
Ama şimdi düşünüyorum da yazık ettim kıza. Allahın garibi aşık oldu benim gibi çulsuza. Belki de bana değil yazdıklarıma. Ama oldu işte bir kere.
Neyse bin bir provadan sonra atlayıp gittim Ortaca’ya. Son durakta geri dönmeyi de düşünmedim değil. Sonra dedim koca adam oldun, iki kelime etmekten mi acizsin. Hadi oğlum cesaret. Diye diye vardım.
Gittim ama gitmez olaymışım. Bana bütün aile el birliği ile oyun ettiler. Kıza yazdığım mektupları bulmuşlar. Amaç beni oraya çağırıp kızı bana vermekmiş. Önce bir güzel yedirip içirdiler. Ardından sanki kız istemeye gitmişim gibi babası tutuğu gibi yüzükleri parmağımıza geçiriverdi. Ne olduğumu ne diyeceğimi şaşırdım. Ağabeyi belindeki silahı bana göstermese kaçıp gideceğim çoktan. Ya sabır deyip her dediklerine kafa salladım. Elbet benim de bir bildiğim vardı.
Sonunda evlendik. Evlenmeden evvel babasından dükkân için iyi bir sermaye de aldım. Bu devirde iş kuracak sermayeyi adama kendi babası zor verir. Eee o kadar da olacak. Aslan gibi damat aldılar. Onların oyununa göre ben de bir oyun yaptığımı sandım böylece. Ama toyluk işte. Dükkâna karşı hayatımı verdiğimi anlamamışım. Güya hesabıma göre işleri büyütüp kıza yol verecektim. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İşler büyüdü büyümesine, aklın almayacağı paraları kazandım. Kazandıkça daha çok harcadım. Karı, kız, içki, kumar ne istersen var.
Sonra ne mi oldu? Bir gecede kumar masasında kaptırıverdim dükkânı. Şimdi ne beğenmediğim karım, ne de oyun yaptığımı sandığım dükkânım var. Beş parasız kaldım yine. Köpek gibi pişmanım pişman olmasına ama gidip af dileyecek, her şeye yeniden başlayacak cesaretim de yok. Meğer çulsuzun aptalı olmak ne zormuş be…

7 Şubat 2014 Cuma

BAZEN YAZAR BİLE YAZAMAZ !

Ağlatan yalnızlıkları vardır insanın. Sessiz harflerle duvarlara anlattığı sırları. Böyle saatlerde; geceye satılan uykuların hesabı bir fincan kahveden sorulur. Hüzün akıtan bir şarkı konur pikaba. Eski fotoğraflar açılır ve başlar yalnızlığın muhabbeti. Yağı bitmiş bir kandilin son titreyişi gibi görülür uzaklardaki evlerin ışıkları. Aynı kaderi başka bir dilde söyler onlar şarkılarını. Her yalnız sanır ki kendinden daha kimsesizi gelmemiştir dünyaya. En zalim kader ona yazılmış, en devasız dert onu bulmuştur. Oysa ne hikâyeler vardır her perdenin ardında yaşanan. Ancak bir yazar yazabilir anlatılamayan öyküleri. Yasağa rağmen söylenen sözlerin bedelini, acıya rağmen gülen bir yüzün hüznünü, ayrılığa katlanamayan bir aşığın ölüm duasını.
Fakat bazen bir yazar bile yazamaz; parmaklarına işleyen yalnızlığın kelimelerini…


3 Şubat 2014 Pazartesi

BİR BULUTUN GÜNLÜĞÜNDEN...



Yalpalayarak kalktı oturduğu yerden. Tahta iskemlenin belinden sırtına doğru yayılan sızısını hissetti ilk birkaç adımında. Ruhu kadar yaşlanmış olmalıydı bedeni de. Hatta bu gecenin sonunda belki daha da yaşlanacaktı. Geçmişi meze yaptığı sofrasında karşısına oturttuğu gençlik günleri ona, düşünmeden harcadığı hoyrat zamanlarının hesabını soracaktı. Yoktu verecek bir yanıtı, pişmanlığın gelip yerleştiği bu orta yaşında.

 “Tuvalet nerde evlat?” diye sordu ufak komiye. “Hemen solunuzda bayım,” cevabını alınca farkına vardı helâ kapısının önünde öylece bekler olduğunun. Yarı açık kapıyı dirseği ile ittirerek içeri girdi.  Yer taşları kadar duvar fayansları da kararmış olan helânın havası sidik ve kusmuk karışımı ağır bir kokuyu içeriyordu. O da meyhanedeki diğer sarhoş müşteriler gibi bunu hissetmeyecekti. Soğuk suyu açıp bir avuç dolusu su alıp başından aşağı boşalttı. Saçlarından süzülen sular ensesinden aşağılara indikçe ürperdi. Lavabonun üzerindeki kirli aynada görülen yorgun çehre ona ait değilmiş gibi baktı kendi aksine. Beyazları çoğalmış saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Gençliğinde de kendini öyle aman aman yakışıklı bulmazdı. Kadınları cezp edecek ne vardı bu suratta? “Bakışların…” derdi Melek. “Öyle bir bakıyorsun ki o karanlığın içinden güneşin renkleri yansıyor dünyama ve sadece senle ben oluyor yerküre… Cennet topraklarına ayak basmışım gibi dizlerim titriyor sen bana bakınca… Ve o zaman anlıyorum neden var olduğumu…” Yeniden bir hançer girdi yüreğine. Sıkıştı nefesi. Soluk alamaz oldu. Kendini dışarı attı can havliyle. Meyhanenin dış kapısına koşar adımla ulaştı. Gecenin ayazı vurdu yüzüne. Ürperdi ama bu soğuk iyi geldi. Buraya geldiğinde onu sırılsıklam ıslatan şiddetli yağmur kesilmişti. Islak Arnavut kaldırımları sokak lambasının sarı ışığının altında parlıyordu. Tek rahatsız eden şey kulağının dibinde yükselen sesti. Başını çevirip baktığında gördüğü manzara kızgınlığının bir anda dağılmasına sebep oldu. Kapının hemen önüne tünemiş küçükten bir oğlan çocuğu boyundan büyük bir darbuka ile bir şeyler çalıyordu. Böyle bir sesin şu küçücük çocuktan çıkmasına hayret ederken bir yandan insancıkların neler yaşadıklarını geçirdi kafasından. Gecenin bu vaktinde evinde olması gerekmez miydi bu çocuğun? Neydi hikâyesi? Burunları delinmiş bez ayakkabısından çıkan mavi çorapları gözüne çarptı. Boğazlı kazağın yakasını ağzını örtecek kadar çekmişti suratına. Hayat sadece kendine zor değildi. Herkes payına düşeni alıyor olmalıydı. Elini cüzdanın attı ve en büyük kâğıt parayı çıkartıp oğlanın eline sıkıştırdı. Çocuk çalmayı yarıda kesip bir elindeki paraya bir de Bulut’a baktı uzunca bir süre. Şaşkınlığı sevince dönüşünce ayağa fırlayıp var gücü ile daha bir hızlı vurmaya başladı darbukanın derisine. Gecenin sessizliği içinde yayılan oynak nameler Tepebaşı’nın arka sokağında yankılanırken Bulut kederinin demini bozmaktan korkarcasına meyhanenin hüzünlü havasına geri döndü.

2 Şubat 2014 Pazar

BİR MELEĞİN GÜNLÜĞÜNDEN…


Başımın üzerinde bangır bangır bağıran yüksek volümlü şu müziği susturmanın bir yolu olmalı. Düşüncelerimle baş başa kalmak için burayı seçmem gibi buzlu kahvenin hararetimi bastıracağını sanmam ne büyük yanılgı. Her yudumda boğazımı serinleten sahte hissin ardından alevler yükselirken iç yangınını söndürecek bir çarenin henüz keşfedilmemiş olduğunu anlıyorum. Bardağımdaki büyükçe buzdan birini çıkartıp şakaklarımda, ensemde, boynumda gezdiriyorum. Parmaklarımın arasından eriyip akarken kahvenin kalıntıları değdiği yerlerde lekeler oluşturuyor. Üzerinde kahverengi damlalar belirmeye başlayan beyaz gömleğim ruhum kadar kirli değil henüz. Bir yolu olmalı bu pislikten çıkışın. Kine, nefrete bulanmış ruhu ancak ilahi bir aşk temizleyebilir. Yeryüzünde kaç kula nasip olmuştur böylesi bir aşk? Âdem gerçekten Havva’ya aşık olmuş mudur ya da Havva Âdem’e? Aşk adına yazılmış tüm kitaplarda arayış vardır. Bulan olmamıştır aradığını. Asıl olan yola çıkmak, kızgın asfalt üzerinde şikâyetsiz, yönsüz, sonsuz yürümektir belki de… Kim bilir?

YALNIZLIK ÖRTMÜŞSE ÜZERİNİZİ...

“Hani yalnızlığı severim” diyen palavralar vardır ya… Hepsinin düpedüz yalan olduğu öğrenirsiniz kimsesiz günlerin birinde… Yalnızlığa terk edilmek sadece kedilere hüzün vermez… Belki Sezen’in şarkılarını dinler ağlarsınız, belki bir kedi alırsınız; yalnızlık o gelince kapı dışarı gidecek sanarak... Oysa aldanışın başka bir türüdür bu… Çünkü öyle bir başköşeye yerleşmiştir ki yalnızlığınız, hiçbir yere kıpırdamaz… Soğuk bir kış gecesinde kuzinesi olan bir dost hayal edersiniz… Üzerinde kestane kızartıp çağırdığını düşleyerek… Sıcacık olur içiniz… Lakin uzaktır yollar, çok uzak... Varılmayacak kadar uzak… Geç kalmıştır zaman ya da derman bitmiştir dizlerde… Üşümüş ayaklarınızı ovarsınız… Isınmaz… Olmadı kıvırırsınız dizlerinizin altına… Yine ısınmaz… Düşerlerdeki kadar ısınmaz ne yüreğiniz, ne bedeniniz; eğer yalnızlık örtmüşse üzerinizi…

20 Ocak 2014 Pazartesi

Küçüktüm büyüdüm…


Bundan sonra yazacağım her cümle yalnız senin için… Gerçeğimi sakladım satır aralarına… Sırrım sende, özüm saklı içinde…
Ne çok yalnızlıklar yaşadık birlikte, ne ayrılıklar, ne terk edilişler… Birkaç doğru ve bir dolu yanlışlar…
Affettim seni… Affettim seni her üzeni…
Sana hiç, ‘Seni seviyorum…’ demedim… Herkes gibi kendimi sevdiğimi bilmeyenlerdendim… Biliyorum geç kalmadım… Ve biliyorum, ilk mektup için de çok geç kalmış değilim… Yazmak için öyle çok anı topladım ki… Ama artık yazmak istediklerim onlar değil… Onlar bugüne getirenler oldu… Ve geçmişteki yerlerini aldılar…
Bundan sonra mor perdenin arkasındakileri anlatacağım sana… Aslında görmek istediğin ama görmekten korktuklarını… Susup söyleyemediklerin gibi bakıp göremediklerini sereceğim önüne…
Gönlümün kapılarını sana açtım sonuna dek…
Geceyi bekledim aydınlığı görmek için…
Sonsuzda aldığım yol bir karış bile etmez…
Ama içim rahat,  yolumu aydınlatan öyle bir yıldız var ki…

Senden başka kimse bilmez…
NALAN GÜVEN / AYTEN

3 Ocak 2014 Cuma

Bitti mi yani şimdi?
Gittin mi sen bilmediğim bir uzağa?
Hayatının hep bir yerlerinde olacaktım hani?


Ne korkunç bir rüyaydı… Duyduğum çığlık bana mı aitti? Ter içinde uyandım. Bulut’un, “Özlemiyorum!” diyen sesi duvarlara çarpıyordu. Annemin sözü geldi aklıma, beni rahatlatmak istercesine, “Rüyaların tersi çıkar…” diyordu.
Ya gerçekten beni unuttuysa ve artık özlemiyorsa... Tüm yaşadıklarımız onun kurgusunu yaptığı bir senaryodan ibaret olup, sonu da onun yazdığı gibi noktalandıysa… Böyle mi yaşanıyordu ayrılıklar?

Ve sen bilmiyorsun kızıl bir alev kaplıyor içimi…
Olması gerektiği gibi oluyor sana göre… Bitmesi gerektiği gibi bitiyor bir çırpıda…
‘Özlemiyorum!’ diyebildiğin gibi, anlamsız birer anıya dönüşmüş yıllarımız… Üzerinden geçen binlerce yabancı adımla silinmiş birlikte yürüdüğümüz yollar… Sigaranı paylaşmıyor, başımı omzuna dayayamıyorum ne zamandır… Artık ölçülebilir bir uzaklığa dönüşmüş fısıltıyla konuşabilecek kadar yakın mesafeler… Gri bulutlar çökmüş koca şehrin kubbesine, ha yağdı ha yağacak yalnızlığımın yağmurları ve sürüklenecek takvimin koparılmış sayfaları arasına sıkışmış ümit kırıntılarım…
Bu muydu olması gereken?  Oyunun sonunu sen miydin yazan?
Artık okunmaz oldu geleceği olmayan replikler… Yüzümüze gözümüze bulaştı hayal maskesinin sahte boyası… Ve bu kadar yalan mıydı yazılanlar… Siyah gözler… Şiirler…
Bilmez misin kızdırınca demiri kor haline gelir, yanmaz alev alev ama kıpkırmızıdır. Ya sıçradıysa bir kor zerresi yüreğine… Küçük bir oyun uğruna sönmeyecek bir ateşi yakarken, hiç ihtimal verdin mi elinin de yanacağına? Ya da seneler sonra pişmanlık ateşinin yüreğini dağlayacağına…
Ama ne önemi var… Olması gerektiği gibi oluyor her şey sana göre…

AŞK ÖLÜMDÜR / Syf 239

ADAM GİBİ ADAM LAZIM !


Korkaklarla yok bizim işimiz
Kocaman cesur yürekler lazım
Göğüslerinde iman, damarlarında aşk
Karalamayan, yaralamayan dost lazım
Palavradan söyleve tok karnımız
Sözünün eri adam gibi adam lazım
Yalandan ağarmamışsa saçı
Mertse bastığı vatan toprağı kadar adımı
Suale gerek yok, yeri daim hazır
Ana gibi, can gibi, bayrak gibi
Varsa böyle yâr, baş üstünde taşımak lazım

NALAN GÜVEN 

DELİLİK SINIRLARINDA AKIL ARARKEN...



Ayrıcalık mıdır akıl sağlığı yerinde bir insan olmak?  Sokaklar akıllıyım diye geçinen ruh hastaları ile doluyken, aklın oyunlarına ayak uydurmak pahasına bataklığın balçığında debelenmek veya dere kenarındaki yosun tutmuş bir kaya parçasının üzerine tünemiş gibi bu dünyayı uzaktan izlemek… İçinde olmak istemediğimiz bir düzenin çarkını çevirmeye zorlanmak…
Belki de delilik sınırlarında dolaşırken, yerimizi devredeceğimiz evlatlarımıza verdiğimiz öğütlerin ardına saklanacak kadar akıllıyız her birimiz. Ya da inanmadığımız, inanmış gibi yaptığımız veyahut inanmak zorunda bırakıldığımız toplum baskılarının gönüllü elçileriyiz. Düşünmeye zaman ayırmadan, düşünmekten korkarak gündelik yaşamı harcayan, keşkeleri çoğaldıkça mutsuzlaşan bireyleriz. Akıl hastanelerini dolduranları, “deli” kelimesinin içine hapsettiğimiz küçümseme, alay, dışlama, acıma ve daha birçok benzeri sözcükle üstü kapalı yargılarken, aslında çok bizden olan ama bizde olmadığını varsaydığımız kişilik bozukluklarını yok sayarız.
Oysa ki; ölümün varlığından nefes almak kadar emin olup, her nefes alışla ölüme bir adım yaklaşıldığını umursamayacak veya yokmuş gibi var sayacak kadar hayatın gerçeğidir bu. Belki de ölümle yüzleşmek kadar korkutucu bir gerçek olduğu için bir kaçıştır. Her gün yapay bir köprünün üzerinde yarınımıza geçiş yaparken o köprünün bir gün kırılacağını düşünmeden aklımıza güvenir, bize uymayan fikir ve davranışları yargılarız. Yarının bizler için ne sürprizler hazırladığını bilmeden…
Delilik sınırlarında akıl ararken; gün gelip yeşil parmaklıklı bir binanın ardından dünyaya bakacağımızı tasavvur dahi etmeden, gözü açık gerçek dışı bir rüyanın esareti içinde yaşar gideriz…