“Bırakıp gidebilmektir zamanı
geldiğinde. Bazen giderken kendini bırakmak, bazen alıp götürmek yanında aşka
dair ne varsa. Uğruna vazgeçebilmek en değer verdiğinden, göze alabilmek
hasreti, dil ile söylemeden adını kalbinden zikredebilmek her solukta.”
Aşkı sadece kitaptan bilen biri
için epey beylik cümleler etmiştim sanırım. Bulut birkaç dakika öylece durdu.
Birasından ufak bir yudum aldı ve yavaşça yutkundu. Sanki duyduklarını da
içkisiyle birlikte sindirmeye çalışıyor gibiydi. Belki alkolün etkisi ile
anlamlandıramamıştı bu aşk tarifini. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi.
“Sana aşık olmalıyım ben!”
Güldüm. Ne diyeceğimi hemen
bilemedim, kısaca düşündükten sonra ancak cevaplayabildim.
“Ismarlama aşk olur mu?”
“Tabiî ki olmaz ama aşkı böyle tarif
edene aşık olunur.”
Ne olduğunu kavrayamadığım bir
konuşmanın içindeydik. Bakışları üzerimde gezindikçe sırtımın orta yerinden
önce buz gibi bir ter damlası indiğini, sonra içimden alevlerin yükseldiğini
hissettim. Kalbim çarpmaya başladı. Bana öyle bir bakıyordu ki, kahverengi
gözleri simsiyah birer ateş topuydu sanki. Tenimin içine işliyor, kanımı
yakıyordu. Ben ne yapmam gerektiğini bilememenin şaşkınlığı içindeyken o uzanıp
ellerimi avuçlarının arasına aldı. Tabureden kalkmak, bir an önce bu mutfaktan
kendimi dışarıya atmak istiyordum ama olduğum yerde mıhlanıp kalmıştım. Kaçmak
istediğimi anlamış gibi ellerimi daha bir sıkı kavradı ve bana doğru yaklaştı.
Nefesi sigara ve alkol kokuyordu ve ben galiba gerçekten sarhoş olmuştum, başım
dönüyordu. İçeriden gelen kahkahalar ve sesler dolduruyordu dört köşe mutfağı.
Kıpırdayamıyordum, gözlerimi kaçıramıyordum bu yakıcı bakışlardan. İçinde
yaşamadığım bir zaman kesitindeydim artık. Balkonun aralık kalmış kapısından
yüzüme vuran rüzgârın soğuğuyla daha bir harlanıyordu ateşim. Uzaklardaki
evlerin ateş böceklerini andırarak göz kırpan ışıkları gibi maviye, yeşile,
mora döndü gecenin loşluğu ve ben yüzüme vuran parfümünün kokusu ile karanlığın
içinde, bu hiç tanımadım adamla yok olmak istedim evrenin yıldızları arasında.
Görmediğim ülkelere gitmek, bilmediğim dillerde şarkılar söylemek ve kollarında
saatlerce dans etmek. Dudaklarından dökülen şiir tadında sözcükler içinde
kaybolmak ve bir daha geri dönmemek…
Bedenimin titrediğini hissederek
ait olduğum zaman dilimine geri döndüğümde farkında değildim geçen sürenin.
Ellerimi avuçlarından çektim. Hislerimin tam tersi cümlelerdi dökülen
dudaklarımdan.
“Henüz beni tanımıyorsun. Daha
bir saat bile olmadı tanışalı.”
“Beklerim ben de yarını.”
“Anlayamadım!”
“En sevdiğim romanlardan biridir
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı. Oğlan kıza sorar, ‘Ne iş yaparsın?’ Kız durur ve
cevaplar, ‘Bırak o da yarına kalsın!’…”
“Güzelmiş.”
“Güzeldir insanın yarına dair
ümitlerinin olması, kuracak hayallerinin ve beklentilerinin olması.”
“Bu yüzden hep yarına mı
ertelersin sözlerini?”
“Ertelemek değil bunun adı,
tüketmemek. Anlatarak bitiriyoruz her şeyi. Söylenmemiş sözler her zaman daha
değerlidir.”
Sustuk ikimizde. Sadece
birbirimize bakıyorduk. Ne gördüğümüz önemli değildi. Sessizce konuşuyorduk
artık ve sanki bana gözleriyle Aziz Nesin’in, ‘Susarak’ isimli şiirini
okuyordu.
Güneş altında söylenmedik söz yokmuş..
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi..
Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz..
Bende söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde..
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Bende susuyorum sevgimi saklayıp içimde....
Duyuyorsun değilmi suskunluğumu nasıl haykırıyor...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim ...
Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde .....
AŞK ÖLÜMDÜR / Syf 84-85-86