25 Şubat 2014 Salı

SENDEN SONRA...

“Dağınık bir yatağın şehvet sigarasıdır dokunamadığım tenin şimdi… Bedeninin değdiği yerlere el sürmeye kıyamazken, sen aramıza giren ölümden daha beter bir yalnızlık içine terk ettin beni. Geride bıraktığın mektuplarla dağlıyorum yaralarımı. “Şimdi vur başını!” der gibi,  ikinci mevki localarda seyre daldığım gençliğim sırıtıyor duvarlardan. Kokun sinmiş olmalı ve soluduğun nefes, perdelere. Belki de hâlâ başucumdaki lambanın düğmesinde parmak izin var. Bakışlarının değdiği aynada kendime bakıyorum. Tanınmaz halimi tanıyabilecek kadar geçmemişim kendimden. Suratıma tüküresim geliyor… Kendimi dövesim…
Hâlâ merak ediyor musun beni? İşte böyle senden sonram…”

18 Şubat 2014 Salı

GÜLERKEN HATIRLAYINIZ BENİ...

Dostluk denen değer, son ana kadar belli etmiyor giyindiği elbiseyi. Zamanı geldiğinde altın yazmalı kaftanların içinden yamalı bohçalar çıkıyor gün yüzüne ve sırrı dökülüyor varak aynaların. Hatta gün gelip beden elbisesini dahi tutamaz oluyor üzerinde. Belki de bu yüzden yalnız gömülüyor insanoğlu. Çünkü kendi varlığı dışında sahip olduğu kimsesi yok. Ardında kalanlar ise üç beş gözyaşı damlasıyla acılarını giderip yaşamlarının çarkına devam ediyorlar kaldıkları yerden.

Siz gülerken hatırlayınız beni. Çünkü ben gülerek veda edeceğim. Gönüllü bir gidiş olacak yolculuğum ve tebessümle karşılanacak en güzel düğünüm. Hatta dinleyin, kahkahalarımı duyacaksınız. En içten, en saf ve en temiz gülücüklerimi saçacağım. 

Dostluğumu, sevdalarımı, umutlarımı ve kalemimi bırakıyorum avuçlarınıza. Yalnızlığın en doğru adresinde olacağım. Maskeleri, allı pullu giysileri bırakıyorum ayaklarınızın dibine…

Şimdi kaldığınız yerden devam…


17 Şubat 2014 Pazartesi

YAŞAM BİTMESİ GEREKEN BİR İŞ!



Kadın günün özetini yaptı üç cümle ile. Elleri titriyordu. Parmaklarının arasındaki sigaranın külü silkelemeye gerek kalmadan dökülüyordu ayaklarının dibine.
“Bu iş bu kadar…” dedi son sözünde. Oysa biten onca işin arasında bitmemesi gereken tek şeydi; “iş” dediği.
“Birkaç tahlil daha yaptırmamız lazım. Başka doktorlara da gideriz. Muhakkak yurt dışında tedavisi mümkündür…” Bu ve benzeri birçok cümle kurdu adam ardı ardına. Hiç birini dinlemedi. Radyoyu açtı, çalan şarkıya eşlik etmeye başladı. En sevdiği şarkıydı; “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim…” Namelerin eşliğinde sakinledi. Haberi öğrendiği andaki paniği geçmişti artık. Yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Zaten ne zamandır istediği bu değil miydi? 
Bu iş bitmeliydi!




14 Şubat 2014 Cuma

MELEK'ten BULUT'a...

“Bırakıp gidebilmektir zamanı geldiğinde. Bazen giderken kendini bırakmak, bazen alıp götürmek yanında aşka dair ne varsa. Uğruna vazgeçebilmek en değer verdiğinden, göze alabilmek hasreti, dil ile söylemeden adını kalbinden zikredebilmek her solukta.”

Aşkı sadece kitaptan bilen biri için epey beylik cümleler etmiştim sanırım. Bulut birkaç dakika öylece durdu. Birasından ufak bir yudum aldı ve yavaşça yutkundu. Sanki duyduklarını da içkisiyle birlikte sindirmeye çalışıyor gibiydi. Belki alkolün etkisi ile anlamlandıramamıştı bu aşk tarifini. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi.

“Sana aşık olmalıyım ben!”
Güldüm. Ne diyeceğimi hemen bilemedim, kısaca düşündükten sonra ancak cevaplayabildim.
“Ismarlama aşk olur mu?”
“Tabiî ki olmaz ama aşkı böyle tarif edene aşık olunur.”

Ne olduğunu kavrayamadığım bir konuşmanın içindeydik. Bakışları üzerimde gezindikçe sırtımın orta yerinden önce buz gibi bir ter damlası indiğini, sonra içimden alevlerin yükseldiğini hissettim. Kalbim çarpmaya başladı. Bana öyle bir bakıyordu ki, kahverengi gözleri simsiyah birer ateş topuydu sanki. Tenimin içine işliyor, kanımı yakıyordu. Ben ne yapmam gerektiğini bilememenin şaşkınlığı içindeyken o uzanıp ellerimi avuçlarının arasına aldı. Tabureden kalkmak, bir an önce bu mutfaktan kendimi dışarıya atmak istiyordum ama olduğum yerde mıhlanıp kalmıştım. Kaçmak istediğimi anlamış gibi ellerimi daha bir sıkı kavradı ve bana doğru yaklaştı. Nefesi sigara ve alkol kokuyordu ve ben galiba gerçekten sarhoş olmuştum, başım dönüyordu. İçeriden gelen kahkahalar ve sesler dolduruyordu dört köşe mutfağı. Kıpırdayamıyordum, gözlerimi kaçıramıyordum bu yakıcı bakışlardan. İçinde yaşamadığım bir zaman kesitindeydim artık. Balkonun aralık kalmış kapısından yüzüme vuran rüzgârın soğuğuyla daha bir harlanıyordu ateşim. Uzaklardaki evlerin ateş böceklerini andırarak göz kırpan ışıkları gibi maviye, yeşile, mora döndü gecenin loşluğu ve ben yüzüme vuran parfümünün kokusu ile karanlığın içinde, bu hiç tanımadım adamla yok olmak istedim evrenin yıldızları arasında. Görmediğim ülkelere gitmek, bilmediğim dillerde şarkılar söylemek ve kollarında saatlerce dans etmek. Dudaklarından dökülen şiir tadında sözcükler içinde kaybolmak ve bir daha geri dönmemek…

Bedenimin titrediğini hissederek ait olduğum zaman dilimine geri döndüğümde farkında değildim geçen sürenin. Ellerimi avuçlarından çektim. Hislerimin tam tersi cümlelerdi dökülen dudaklarımdan.
“Henüz beni tanımıyorsun. Daha bir saat bile olmadı tanışalı.”
“Beklerim ben de yarını.”
“Anlayamadım!”
“En sevdiğim romanlardan biridir Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı. Oğlan kıza sorar, ‘Ne iş yaparsın?’ Kız durur ve cevaplar, ‘Bırak o da yarına kalsın!’…”
“Güzelmiş.”
“Güzeldir insanın yarına dair ümitlerinin olması, kuracak hayallerinin ve beklentilerinin olması.”
“Bu yüzden hep yarına mı ertelersin sözlerini?”
“Ertelemek değil bunun adı, tüketmemek. Anlatarak bitiriyoruz her şeyi. Söylenmemiş sözler her zaman daha değerlidir.”
Sustuk ikimizde. Sadece birbirimize bakıyorduk. Ne gördüğümüz önemli değildi. Sessizce konuşuyorduk artık ve sanki bana gözleriyle Aziz Nesin’in, ‘Susarak’ isimli şiirini okuyordu.


Güneş altında söylenmedik söz yokmuş..
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi..
Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz..
Bende söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde..
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Bende susuyorum sevgimi saklayıp içimde....
Duyuyorsun değilmi suskunluğumu nasıl haykırıyor...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim ...

Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde .....

AŞK ÖLÜMDÜR / Syf 84-85-86

10 Şubat 2014 Pazartesi

PEMBE ÇORAPLAR




Sallanıp duran pembe çoraplara dakikalarca takılıp kaldım. Gözlerimi kapatsam üzerindeki minik beyaz kalplerin şeklini çizebilirim artık. Karşımda çoraplarının pembesinde minik saten kurdeleler işli, etekleri fırfırlı beyaz elbisesi içinde kıpırdanıp duran, belli ki oturmaktan çok sıkılmış bir kız çocuğu var. Ayaklarını bir o yana bir bu yana hiç durmadan sallayıp duruyor. Ayakkabılarını çoktan fırlatıp atmış. Yanında oturan annesinin gözü duvardaki saatte. Ara sıra da dönüp kızına azarlar bir şekilde uslu durmasını tembihliyor. Kadının elleri terliyor olmalı. Sık sık avuçlarını ovalayıp pantolonuna sürtüyor. Pencereden salonun ortasına kadar yayılan Şubat güneşi odayı ısıtıyor, ancak görülen o ki dışarıdaki bahar havası şu küçük kız dışında bekleyenleri ilgilendirmiyor. Kesin kızın aklı girişteki büyük parkta.
Uzak bir köşede oturan başka bir kadın elindeki mecmuanın sayfalarını hızlı hızlı çeviriyor. Okumak için değil bakmak için olsa gerek, dergi ve gazetelerin bulunduğu sehpadan gidip bir yenisini alıyor.
Nihayet hemşirenin salona gelerek sıra sizde, buyurun demesi ile çocuğun yanındaki kadın, yüzünde endişeli bir tebessümle ayağa kalkıyor ve kızına uslu durmasını söyleyerek sanki az önceki sabırsızlanan o değilmiş gibi ağır adımlarla muayene odasına doğru ilerliyor.
Hemşire bana doğru bakıp sinirli bir halde söyleniyor.
“Doktor hanımın müsait olmadığını söylemiştim size. Görüşme yapmak için dahi olsa randevu almanız gerekiyor.”
“Bakın Yeliz Hanım. Az önce de söylemiştim. Yeliz di değil mi?”
Kadın evet der gibi başını sallayarak devam etmemi istiyor.
“Siz yenisiniz sanırım. Ben Handan Hanımın çok eski hastasıyım. Aynı zamanda arkadaşıyım. Sadece raporlarımı gösterip çıkacağım. Fazla vaktini almayacağım.”
Kumral saçlarını azametle geriye doğru atarken parmağındaki tektaşı gözüme sokar gibi elini savuruyor. “Bekleyin o zaman. Son hastadan sonra bakarız,” diyor ve cevap vermeme fırsat tanımadan doktorun odasına giriyor.
İşte o an küçük kızla göz göze geliyoruz. Gülümsemeye çalışıyorum. Anlıyor. Oturduğu yerden bir zıplayışta kalkıp yanıma geliyor. Elini cebine götürüp çıkarttığı kâğıt mendili bana uzatıyor. Taş zemine basan pembe çoraplı ayaklarına bakıyorum. Kucaklıyorum minik gövdesini. Sarılıyor bana. Yerine oturtuyorum. Öpüyorum yanağını.
İnsanlığın en güzel yanı masum çocukluk yılları olmalı. Büyüdükçe kuşanılan ipek çoraplarla dışı alımlı içleri kokuşmuş birer canlıya mı dönüşülüyor acaba?
Bekleme salonundan çıkarken arkamdan seslenildiğini duyuyorum. Hemşire birkaç kez adımı söylüyor. Dönmüyorum geri. Elimdeki raporları yırtıp atıyorum çöp kutusuna. Çıkan sonuçlardan kimseye bahsetmeme kararını o an mı verdim bilmiyorum. Yutkunuyorum. Boğazımda bir yanma. Bu sefer tutmuyorum yaşlarımı. Ağlayamadıklarım için de ağlıyorum sokaklarda. Şubat güneşi gözümü alıyor. Gözlerimin içi yanıyor.

İyi hissediyorum kendimi… Çok iyi… Aklımda kalan pembe çoraplar ve bir sıcacık sarılma.  

8 Şubat 2014 Cumartesi

ÇULSUZUN HİKÂYESİ




Önceleri Ortaca’ya gidip yüz yüze konuşmak daha akıllıca geldi. Ama gideceğim günler yaklaştıkça bu fikir o kadar da cazip gelmemeye başladı.
Söyleyeceklerimi önce bir kâğıda yazdım. Bak kızım diyecektim. Yok yok böyle bir ifade ile başlamak kabalık olurdu, ne de olsa iki yıl mektuplaştık kızla. Sevgilim de diyemedim. Gerçi mektuplarda yazıyordum ama o ne de olsa mektup. Birkaç saatliğine otobüs yolculuğunda gördüğüm birine ikinci görüşmede sevgilim demek yürek işi. Anlayacağınız o yürekte bende yoktu.
Hani içim de ısınmamış değildi ona. Hatta bir aralar kendi yazdıklarıma bile inanır olmuştum. Ya da inanmak istemiştim. Yazdığım mektuplar yalnızlığımı dolduruyordu. Bir de askerde herkesin bir yavuklusu vardı. E bizde anlatıp havamızı atmasak olmazdı.
Ama şimdi düşünüyorum da yazık ettim kıza. Allahın garibi aşık oldu benim gibi çulsuza. Belki de bana değil yazdıklarıma. Ama oldu işte bir kere.
Neyse bin bir provadan sonra atlayıp gittim Ortaca’ya. Son durakta geri dönmeyi de düşünmedim değil. Sonra dedim koca adam oldun, iki kelime etmekten mi acizsin. Hadi oğlum cesaret. Diye diye vardım.
Gittim ama gitmez olaymışım. Bana bütün aile el birliği ile oyun ettiler. Kıza yazdığım mektupları bulmuşlar. Amaç beni oraya çağırıp kızı bana vermekmiş. Önce bir güzel yedirip içirdiler. Ardından sanki kız istemeye gitmişim gibi babası tutuğu gibi yüzükleri parmağımıza geçiriverdi. Ne olduğumu ne diyeceğimi şaşırdım. Ağabeyi belindeki silahı bana göstermese kaçıp gideceğim çoktan. Ya sabır deyip her dediklerine kafa salladım. Elbet benim de bir bildiğim vardı.
Sonunda evlendik. Evlenmeden evvel babasından dükkân için iyi bir sermaye de aldım. Bu devirde iş kuracak sermayeyi adama kendi babası zor verir. Eee o kadar da olacak. Aslan gibi damat aldılar. Onların oyununa göre ben de bir oyun yaptığımı sandım böylece. Ama toyluk işte. Dükkâna karşı hayatımı verdiğimi anlamamışım. Güya hesabıma göre işleri büyütüp kıza yol verecektim. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İşler büyüdü büyümesine, aklın almayacağı paraları kazandım. Kazandıkça daha çok harcadım. Karı, kız, içki, kumar ne istersen var.
Sonra ne mi oldu? Bir gecede kumar masasında kaptırıverdim dükkânı. Şimdi ne beğenmediğim karım, ne de oyun yaptığımı sandığım dükkânım var. Beş parasız kaldım yine. Köpek gibi pişmanım pişman olmasına ama gidip af dileyecek, her şeye yeniden başlayacak cesaretim de yok. Meğer çulsuzun aptalı olmak ne zormuş be…

7 Şubat 2014 Cuma

BAZEN YAZAR BİLE YAZAMAZ !

Ağlatan yalnızlıkları vardır insanın. Sessiz harflerle duvarlara anlattığı sırları. Böyle saatlerde; geceye satılan uykuların hesabı bir fincan kahveden sorulur. Hüzün akıtan bir şarkı konur pikaba. Eski fotoğraflar açılır ve başlar yalnızlığın muhabbeti. Yağı bitmiş bir kandilin son titreyişi gibi görülür uzaklardaki evlerin ışıkları. Aynı kaderi başka bir dilde söyler onlar şarkılarını. Her yalnız sanır ki kendinden daha kimsesizi gelmemiştir dünyaya. En zalim kader ona yazılmış, en devasız dert onu bulmuştur. Oysa ne hikâyeler vardır her perdenin ardında yaşanan. Ancak bir yazar yazabilir anlatılamayan öyküleri. Yasağa rağmen söylenen sözlerin bedelini, acıya rağmen gülen bir yüzün hüznünü, ayrılığa katlanamayan bir aşığın ölüm duasını.
Fakat bazen bir yazar bile yazamaz; parmaklarına işleyen yalnızlığın kelimelerini…


3 Şubat 2014 Pazartesi

BİR BULUTUN GÜNLÜĞÜNDEN...



Yalpalayarak kalktı oturduğu yerden. Tahta iskemlenin belinden sırtına doğru yayılan sızısını hissetti ilk birkaç adımında. Ruhu kadar yaşlanmış olmalıydı bedeni de. Hatta bu gecenin sonunda belki daha da yaşlanacaktı. Geçmişi meze yaptığı sofrasında karşısına oturttuğu gençlik günleri ona, düşünmeden harcadığı hoyrat zamanlarının hesabını soracaktı. Yoktu verecek bir yanıtı, pişmanlığın gelip yerleştiği bu orta yaşında.

 “Tuvalet nerde evlat?” diye sordu ufak komiye. “Hemen solunuzda bayım,” cevabını alınca farkına vardı helâ kapısının önünde öylece bekler olduğunun. Yarı açık kapıyı dirseği ile ittirerek içeri girdi.  Yer taşları kadar duvar fayansları da kararmış olan helânın havası sidik ve kusmuk karışımı ağır bir kokuyu içeriyordu. O da meyhanedeki diğer sarhoş müşteriler gibi bunu hissetmeyecekti. Soğuk suyu açıp bir avuç dolusu su alıp başından aşağı boşalttı. Saçlarından süzülen sular ensesinden aşağılara indikçe ürperdi. Lavabonun üzerindeki kirli aynada görülen yorgun çehre ona ait değilmiş gibi baktı kendi aksine. Beyazları çoğalmış saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Gençliğinde de kendini öyle aman aman yakışıklı bulmazdı. Kadınları cezp edecek ne vardı bu suratta? “Bakışların…” derdi Melek. “Öyle bir bakıyorsun ki o karanlığın içinden güneşin renkleri yansıyor dünyama ve sadece senle ben oluyor yerküre… Cennet topraklarına ayak basmışım gibi dizlerim titriyor sen bana bakınca… Ve o zaman anlıyorum neden var olduğumu…” Yeniden bir hançer girdi yüreğine. Sıkıştı nefesi. Soluk alamaz oldu. Kendini dışarı attı can havliyle. Meyhanenin dış kapısına koşar adımla ulaştı. Gecenin ayazı vurdu yüzüne. Ürperdi ama bu soğuk iyi geldi. Buraya geldiğinde onu sırılsıklam ıslatan şiddetli yağmur kesilmişti. Islak Arnavut kaldırımları sokak lambasının sarı ışığının altında parlıyordu. Tek rahatsız eden şey kulağının dibinde yükselen sesti. Başını çevirip baktığında gördüğü manzara kızgınlığının bir anda dağılmasına sebep oldu. Kapının hemen önüne tünemiş küçükten bir oğlan çocuğu boyundan büyük bir darbuka ile bir şeyler çalıyordu. Böyle bir sesin şu küçücük çocuktan çıkmasına hayret ederken bir yandan insancıkların neler yaşadıklarını geçirdi kafasından. Gecenin bu vaktinde evinde olması gerekmez miydi bu çocuğun? Neydi hikâyesi? Burunları delinmiş bez ayakkabısından çıkan mavi çorapları gözüne çarptı. Boğazlı kazağın yakasını ağzını örtecek kadar çekmişti suratına. Hayat sadece kendine zor değildi. Herkes payına düşeni alıyor olmalıydı. Elini cüzdanın attı ve en büyük kâğıt parayı çıkartıp oğlanın eline sıkıştırdı. Çocuk çalmayı yarıda kesip bir elindeki paraya bir de Bulut’a baktı uzunca bir süre. Şaşkınlığı sevince dönüşünce ayağa fırlayıp var gücü ile daha bir hızlı vurmaya başladı darbukanın derisine. Gecenin sessizliği içinde yayılan oynak nameler Tepebaşı’nın arka sokağında yankılanırken Bulut kederinin demini bozmaktan korkarcasına meyhanenin hüzünlü havasına geri döndü.

2 Şubat 2014 Pazar

BİR MELEĞİN GÜNLÜĞÜNDEN…


Başımın üzerinde bangır bangır bağıran yüksek volümlü şu müziği susturmanın bir yolu olmalı. Düşüncelerimle baş başa kalmak için burayı seçmem gibi buzlu kahvenin hararetimi bastıracağını sanmam ne büyük yanılgı. Her yudumda boğazımı serinleten sahte hissin ardından alevler yükselirken iç yangınını söndürecek bir çarenin henüz keşfedilmemiş olduğunu anlıyorum. Bardağımdaki büyükçe buzdan birini çıkartıp şakaklarımda, ensemde, boynumda gezdiriyorum. Parmaklarımın arasından eriyip akarken kahvenin kalıntıları değdiği yerlerde lekeler oluşturuyor. Üzerinde kahverengi damlalar belirmeye başlayan beyaz gömleğim ruhum kadar kirli değil henüz. Bir yolu olmalı bu pislikten çıkışın. Kine, nefrete bulanmış ruhu ancak ilahi bir aşk temizleyebilir. Yeryüzünde kaç kula nasip olmuştur böylesi bir aşk? Âdem gerçekten Havva’ya aşık olmuş mudur ya da Havva Âdem’e? Aşk adına yazılmış tüm kitaplarda arayış vardır. Bulan olmamıştır aradığını. Asıl olan yola çıkmak, kızgın asfalt üzerinde şikâyetsiz, yönsüz, sonsuz yürümektir belki de… Kim bilir?

YALNIZLIK ÖRTMÜŞSE ÜZERİNİZİ...

“Hani yalnızlığı severim” diyen palavralar vardır ya… Hepsinin düpedüz yalan olduğu öğrenirsiniz kimsesiz günlerin birinde… Yalnızlığa terk edilmek sadece kedilere hüzün vermez… Belki Sezen’in şarkılarını dinler ağlarsınız, belki bir kedi alırsınız; yalnızlık o gelince kapı dışarı gidecek sanarak... Oysa aldanışın başka bir türüdür bu… Çünkü öyle bir başköşeye yerleşmiştir ki yalnızlığınız, hiçbir yere kıpırdamaz… Soğuk bir kış gecesinde kuzinesi olan bir dost hayal edersiniz… Üzerinde kestane kızartıp çağırdığını düşleyerek… Sıcacık olur içiniz… Lakin uzaktır yollar, çok uzak... Varılmayacak kadar uzak… Geç kalmıştır zaman ya da derman bitmiştir dizlerde… Üşümüş ayaklarınızı ovarsınız… Isınmaz… Olmadı kıvırırsınız dizlerinizin altına… Yine ısınmaz… Düşerlerdeki kadar ısınmaz ne yüreğiniz, ne bedeniniz; eğer yalnızlık örtmüşse üzerinizi…