http://edebiyatist.com/2015/02/edebiyatimizda-ask-nalan-guven/
EDEBİYATIMIZDA AŞK
Aşk
ile yaratılmış evren ve insanın yaradılışının özü aşk. Bu öze ulaşmak için ne
çok yazılar, eserler bırakılmış geçmişten günümüze…
Ne
var ki, o kadar da kolay değil elbet aşkı bulmak. Sıradan sevgi yahut anlık
heyecanlar değil, asırlara mal olmak; tıpkı edebiyatımıza aşk konusunda mesnevi
yazan iki önemli şairimizden Ali Şir Nevayî ve Fuzulî gibi aşkı yazmak ve
günümüze değin yaşatmak.
XIII
yüzyılda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Dîvân-ı
Kebîr’i ve Mesnevî-î Şerîf’i
ilâhi aşkın işlendiği en büyük eser olmakla birlikte, Türk edebiyatında aşk
teması XVI. yüzyıldan itibaren dünyevi ve ulvi aşkla birlikte işlenmeye
başlanmış ve ilk örneklerini Leylâ ve
Mecnun mesnevisi ile verip, en güzel eserini büyük şairimiz Fuzulî’nin
kaleminden vermiştir. Fuzulî’nin bu eseri, “Leyla
ve Mecnun” hikâyesinin geleneksel kalıpları içerisinde vahdet-i vücut
(varlığın birliği) inancını ve platonik aşk anlayışını yansıtmaktadır. Bu
hikâyenin günümüze değin canlılığını koruyarak ulaşmasının en önemli nedeni her
devre uyarlanabilmiş olmasıdır. Divan edebiyatından halk edebiyatına, orta
oyunundan beyaz perdeye kadar konu olarak işlenmiştir. En yakın örneği olarak kitaplarında
Leylâ ile Mecnun aşkını da tema alan günümüz edebiyatçılarından Prof. Dr.
İskender Pala’nın dediği gibi; “Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat.
Aşk, Mecnun'dan Leyla'ya bir feryat, Mansur'dan dara bir sır, gözden kalbe bir
yoldur. Velhasıl, klasik edebiyatımızda aşk her şeydir, her şey de aşktır…”
Edebiyatımızın
en önemli örneklerinin başladığı divan edebiyatı, düz yazıdan çok şiirleri ve
aşk temasını içermektedir. Divan edebiyatını incelediğimizde mecazi aşktan
ruhani aşka, platonik aşktan bedensel aşka her türlü aşkın işlendiğini ve
dünyevi aşk ile ilâhi aşkın birbiri ile olan bağlantısını görmekteyiz. Divan
edebiyatında platonik aşk Fuzulî ile zirveye çıkıp Leyla ile Mecnun
mesnevisinde ilâhi aşka giden yol gösterilmiş, tasavvufi aşk Şeyh Galip’ in “Hüsn-ü Aşk”ı ile yazılmış ve beşeri aşk
ise Nedim ile işlenmiştir.
Türk
edebiyatı Tanzimat ile batı etkisinde kalarak Divan edebiyatının önemini
yitirmeye başlamasıyla edebiyatımızda değişimler de başlamıştır.
IX.
Yüzyıldan itibaren Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı
Memnu”su ile yasak aşkı, Reşat Nuri Güntekin’den “Çalıkuşu” ile aşkta gözyaşını, Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı ile aşkta dramı,
Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ile
hep yarınlara bırakılarak bir ihtimal olarak kalan aşkı, Yaşar Kemal’in “Ağrıdağı Efsanesi” ile ağıt olarak aşkı,
Behçet Necatigil’in “Serin Mavi”si
ile evcimen bir aşkı ve Cemil Meriç’in “Jurnal”inde
yazdığı Lamiasına mektupları ile de aşkın hasretini görmekteyiz.
Edebiyatımızda
aşk sadece romanlarla değil şiirlerle de bize derin izler bırakmakta ve aşkın
edebî gücünü yaşatmaktadır.
XIII.
yüzyılda halk diliyle tasavvuf edebiyatının en büyük şairi Yunus Emre’yi mecazî
aşktan gerçek aşka geçişte bir kılavuz olarak, “Bizim sevdiğimiz Hak’tır bu
halka gözü kaş gelir” dizeleri ile ve XVII. yüzyılda halk şairimiz
Karacaoğlan’ın aşkın umut ve umutsuzluk arasında gidip gelmeleriyle en naif
hallerini, “Herkesi sevdiğine verse Yaradan” dizeleri ile bilmekteyiz.
Yakın
zamanımızda ise şiirlerle aşkın en iyi anlatımını; Nâzım Hikmet’in Pirayesi
için yazdığı şiirleri, Attilâ İlhan, Ümit Yaşar Oğuzcan, Cemal Süreya
şiirlerini sayabiliriz.
Yüzyıllardır
süregelen ve etkisini mesnevi, şiir, roman, mektup gibi eserlerle koruyarak
nesiller boyu devam eden edebiyatımızdaki aşk; yaradılışımızın özünü aramak
isteği sürdüğü müddetçe sonsuzluğa erişip, bizlere en güzel örneklerini sunmaya devam edecektir.
NALAN
GÜVEN
www.nalanguven.com.tr