5 Şubat 2013 Salı

Belki yarın...


Ne zordur beklemek, beklendiğini bilmeyeni…
Kelimeler yalancı dost, zaman en azılı düşman kesilir… Dilsiz kalır sözler…  Anlatılanlar yarım… Gece olup şehir çekilince uykusuna, pencerenin pervazından üfler ayaz bir yalnızlık… Aslında dokunabileceğin kadar yakındır umutlar ama erşilemez bir yalana dönüşür yarınlara ertelenen düşler… Olmayınca olmaz işte… Kanadı kırılan gönlü hiçbir şarkı avutmaz… Yine de beklenir bin bir öyküye inanarak… Eski bir bakıştan geriye kalanları toplayıp bir kitabın arasına, uykuya niyet yastık yapılır başa… Ne gam sevdayı anlamaz yakın bildiğin… Hadi gülümse acıya inat… Varsın bilmesin beklediğini aşk… Gece uzun… Belki yarın arayacak… Belki kollarına saracak…
Belki yarın….

Biriktirdim sandığım bir anmış meğer
Kapının ardı ayrılık
Hani “Kısmet” demiştik ya
Görüşmeler bilinmez hangi bahara
Düşlerime attım suçu
Anladım dualar da boşa
Öz bitti
Söz bitti
Can etten kemikten bir viran şimdi



ANA KÜLTÜR SANAT DERGİSİ / OCAK-ŞUBAT 2013





“Seni yazarken hep dağınık oluyor masam… Bir yanda resmin, öbür yanda üst üste dizilmiş hatıralar… İçlerinden birini çeksem diğeri bakıyor gözlerimin içine, “Ne zaman sıra bana gelecek, beni de yaz” der gibi…
Seni düşünürken hep bir tebessüm yüzümde… Tutulup kovaya atılan bir balığın, suya geri bırakılması gibi beklenmedik bir mutluluk yayılıyor içime… Günleri kelimelere sığdırma telaşıyla hızlı hızlı basıyorum klavyenin tuşlarına… Yazmazsam unutuverecekmişim gibi geliyor, alnındaki hüzün kırışıklıklarını, gülerken incelen dudaklarını, zamanın dokunduğu ince kemikli parmaklarını…”

Devamını merak ediyorsun di mi? Yazmayacağım… Gir gözlerime kendin gör kendini… Aç kalbimi bul sakladığım yerde seni…
Korkuyorsun bakmaya… Korkuyorsun dokunmaya…
Ateşi karşıdan seyretmek yanmaktan daha güzeldir sanıyorsun…
Yanılıyorsun…
Aşk uçup gidiyor avuçlarından…
Sen sadece uzaktan bakıyorsun…

Yaşayacağın acıları tayin etmeye çalışıyorsun… Bense seni unutmak adına azalan acılarıma bile tahammül edemiyorum. Zaman ilaç olur da açtığın yaralar iyileşir, söylediğin sözlerin etkisinin yerini özlem sarar korkusu ile yazdıklarını açıp açıp okuyorum. Unutmaya çalıştığım sen, unutmaktan korktuğumsa bana yaşatmaya çalıştığın acılar.
Eğer o acıları gün gelir de hissetmeyecek olursam sana yeniden bağlanmaktan çekiniyorum. Üstelik bunları söyleyecek kadar da cesurum. Seni ürküten de benim cesaretim. Kendinde bulamadığın cesareti acılarla örtüyorsun, korkak olanın sen olduğunu bildiğim için en ağır sözlerini kurşun yapıp, elindeki silahı tereddüt etmeden ateşliyorsun… Benimse silahım sabrım.
Diğer kaçanlar gibi, arkamı dönüp gideceğimden korkuyorsun belki… Veya aldığım kurşunlara inat dimdik ayakta kaldığımı görmek daha çok kamçılıyor kadınlara olan nefretini.
Saklanıp geçmişin hüznüne, üst üste çözemeyeceğini sandığın düğümler atıp, tek yara alan senmişsin gibi hayata küsüp, inkâr ettiğin yaşanmışlara sövüyorsun. Yol alırken ardında iz bırakmak adına geri dönüp geçtiğin yerleri kazıyorsun ama derinlere inmeye cesaret edemeden, kazıdıklarını sahiplenmeden…
Çünkü sahiplenmek yürek ister, kararlılık ister, bedel ödemeye rıza ister... İster arzu olsun, ister nefret, isterse gömdüğün geçmişin… Sahiplenerek yaşamak lazım, önce kendini, sonra da -benim- dediklerini... Görmekten vazgeçmek istemediklerini…
Kaçtığın geçmişin değil geleceğin. Attığın kurşunlara seçilen hedef olsam da, ben acıdan korkmam biliyorsun. Aslında ben biraz senim, istediğin kadar vur hiçbir yere gitmiyorum…

Sensizliğin hüznünü gecelere dağıtıyorum. İçimi sızlatıyor yokluğun. İlk kez bir gidiş pişmanlık veriyor ve ilk kez korkuyorum yalnızlığımdan. Ben seni unutmak istedikçe suskun bakışların, gözlerinin çağırışları gelip yapışıyor duvarlara, perdelere, bardağımdaki suyun durgun saydamlığına. Çırpınıyor sessizliğim, ürperiyorum gecenin soğuk kimsesizliği ile…

Ne olur gel… Sensiz yapamıyorum…(*)



AĞLAMAK (**)

Yastığıma sormak lâzım, ne söyler karanlıklar
Kim kazanmış harcanmış zamanın tamirini
Beklemek… Gelmeyecek zamanı

Suskunluklar dev olmuş zindanımda
Nafile yazılan mektuplar
Tek göz oda mutluluklar hayal
İçimde dinmeyen bir fırtına
Vebali kara gözlü bir sevdanın boynuna
İşte şimdi ağlamak lazım doyasıya
Kahpe dünyanın yalan mutluluğuna

Yarın gelmeden gitmiş dünü beraberinde götürerek
Yorgun eller tıpkı kaçırılmış hayat gibi
Küsmüş umut yazın kavruk sıcağına
Ve…
İşte şimdi ağlamak lazım doyasıya


(*) NALAN GÜVEN’in “AŞK ÖLÜMDÜR” isimli romanından alınmıştır.

(**) NALAN GÜVEN’in “SEVDANIN ADI BULUT” isimli şiir kitabından alınmıştır. 

1 Şubat 2013 Cuma

Siz hiç öldünüz mü?




Yağmalanmış anıların ortasında bırakılırken yapayalnız, ne geriye dönecek mecal vardır dizlerde, ne de yeni bir ufka kapılıp, vurup kapıyı gidecek gurur çürümüş yüreklerde. Açılmayan kapıların önünde çömelen bir dilencinin inadı gibi zamanın hoyrat geçişine aldırmadan kapanacağını bilse de göz, vazgeçer mi hiç umuttan?

Peki ya kalp? Acıya metanet kazanıp yamalarını üst üste devşire devşire kaç kez daha kalkar düştüğü kaldırımlardan?

Siz hiç öldünüz mü? Öldürdünüz mü seven bir yüreği? Taş bağlayıp ayaklarına ittiniz mi bir uçurumun kenarından? Gözlerine bakarak söylediniz mi yalnızlığının ölümden daha zor olduğunu?
Geceler dosttur bir yalnıza. Onun gibi sessizdir, ıssızdır ve soğuk… Parmak uçlarını ısıtamaz yüreğin alevi… Şarkılar dindiremez kimsesizliğin çığlığını… Damarlarda gezinirken şarabın kandıran neşesi, sabahı karşılayacak hüzünden henüz habersizdir yalancı kahkahalar… Gece uzun değildir tek başına içenlere… Resimlere kaldırılan kadehler avutmaz özlem çığlıklarını… Yine ağlarsın içine doğru… Yine akar yaşlar göz bebeklerinden kalbine… Sanki o varmış gibi karşında…

Bilirsin, gün ışıyınca hayali de terk edecek düşler gibi… Öyleyse şimdi sarılmak vakti karanlıklara… Ölümüne vazgeçmek… Öldürmek cana can vereni…