31 Ağustos 2012 Cuma

bir son ağustos günü…


Şehir yerinde değildi gözyaşı yağarken topraklarına

Sanki hiç sevmemiş gibi şimdi üşütüyor kaldırımlar

Yalan kusuyor kollarına atıldığı nefesi

Eteklerinde hercai bir koşuşturma

Belki de son bu kelimeler dökülen parmaklarımdan
 
Ah ne gam…

Belli ki anlamsız doğmak ölümün kucağında

 
Nalan Güven / son Ağustos günü

29 Ağustos 2012 Çarşamba

HİÇ!


“Nasılsın?” diyeceksin

“İyi…” diyeceğim

Hatta gülümseyeceğim

Hüzne bir perde çekip

Gözlerine bakmaktan korkarak

Bilmeyeceksin cevabını nasılım

Bilmeyeceğim özledin mi sen beni

Ya ben

Bırakıp gittiğin kadarım işte…

Hiç!

SEVDANIN ADI BULUT / NALAN GÜVEN

28 Ağustos 2012 Salı

TURABİ


Yabani otlar bürümüş bahçede ayaklarının çıplak olmasına aldırmadan yürüyordu. Seviyordu bu toprakları. Babasını, annesini ve iki kız kardeşini emanet etmişti ona. Topraktan gelip toprağa gitmenin tereddütsüz kabullenişi olmalıydı bu sükûnet hali ve tabii ki çocukluktan beri taşıdığı kuvvetli itikadı da isyankâr düşüncelerini bastırmasına yetiyordu. Kur’an alfabesini dedesi öğretmişti ve daha sonrasında köyün imamının ahırdan bozma bir yerde tüm oğlan çocuklarını toplayıp verdiği derslere katılmış ve de ilerletmişti okumasını. Cumalara giderdi kendi başına. Dedesine gözükecek yerden saf tutardı. Tek amacı onun gözüne girmek olsa iyi, böylece haftada bir gün olsun öğle vakitleri tarladaki işlerden kaytarmaktı gerçek sebep.

PARDON… BEN YANLIŞ ANLAMIŞIM SİZİ!





Karşıki bakkalın köşesinde sona eren öğleden sonraları voltaları atardınız, sokağı boydan boya adımlayarak. Dünyanın en ciddi işiymiş gibi özenle yakılan bir sigaranın dumanında saklı kalırdı kaçamak bakışlarınız. Bilirdiniz beklerdim karşıki evin penceresinde. Tülün arkasına saklanmış dahi olsam, içinize çektiğiniz dumanın sıcağına karışırdı nefesim. Hissederdim o an beni düşündüğünüzü. Ne şiirler yazılırdı aklımın gizli defterlerine. Adını bilmediğim bir sevdanın nemli duvarlarına sırtımı yaslardım güvenle.
Evet, güçlüydü kollarınız. Alıp götürebilirdi beni daracık bu sokaktan. Birlikte çok eğlenebilirdik. Hatta korkusuzca el ele dolaşabilirdik İstanbul’un en işlek caddelerinde.
Aşk sözleri fısıldardınız hiç duymadığım. Utanırdım cevap vermekten. Geceleri düşünüze girerdim belki. Cesaretle açardınız gözünüzü o zaman. Sabah olunca kapımı çalıp söyleyecektiniz sevdanızı.

Beklerdim işte öyle bir sabahı. Bilmeden kurduğum düşlerin masal, bakışlarınızın yalan bir sevda olduğunu…

27 Ağustos 2012 Pazartesi

BU DA 3. ROMAN’DAN…


Ardından gerçeğin ışığı vurduğunda saklandığın yalan tülünden sana fayda olur mu sanıyorsun? Boş bahanelerle kandırıyorsun kendini… Sen bana değil, aşka inananlara yazık ediyorsun!
 
 
Daracıktı yürüdüğü sokak. İri taşlardan gelişigüzel örülmüş duvarın bitimindeki uçuk pembe boyalı iki katlı evin önünde adımlarını yavaşlattı ve durdu. Burası olmalıydı yıllar önce bin bir ümitle geldiği ve üzerinden henüz birkaç ay geçer geçmez bir gece vakti ardına bakmadan kaçıp gitti ev. Ne çok hayaller kurmuştu oysa! Sevdiği adam için kuma olmayı bile ağır saymamıştı hırpalanmış ruhuna. Hatta esas kadını sevmeye dahi çalıştı. Yüksünmedi onun evin hanımı olmasından. Aşağılanmaktan, hor görülmekten. Aynı evi paylaşıyor olmak, bazı geceler aynı yatağı paylaşmak kadar acı vermezdi ona. Geceleri gizli gizli ağlardı başını yastığının altına sokup. Fakat sabah olup ağardı mı ortalık, yeni bir heyecan dolardı içine. Gözünü açar açmaz kınası henüz akmamış eline bakardı. “Aldım, kabul ettim,” dememiş miydi sol avucunun içini öperken! Onun olmuştu işte. Sevdiğine vermişti bedenini, ruhunu. Eş olmuştu ona. Sırdaş olmuştu. Kadın olmuştu. Sevgili olmuştu. Allah katındaydı nikâhı. Yemin etmişti bir kez, başka el değmeyecekti artık ne tenine ne de kalbine…

26 Ağustos 2012 Pazar

AYTEN / Nalan Güven




Omzunda hüngür hüngür ağlayabilseydim keşke… Sana anlatabilseydim sensiz geçen onca günü, geceyi… Hesabını sorabilseydim, yüzüne, sesine hasret yıllarımın… Beni sensiz kalmaya mahkûm ettiğin o günden beri, hayatın tüm kapıları kilit kilit üstünde… Hiç de uğraşmıyorum açmak için… Hafifçe aralanacak olsa ben kapatıyorum açılan kapıları…

Hani beni kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldığın o resmimiz var ya! O resim aynanın bir kenarında… Çok dayanılmaz oldu mu hasretin, kapatıyorum gözlerimi, giriveriyorum resmin içine… Kolların sarıyor beni. Sıcağını hissediyorum. Kulağıma şarkılar mırıldanıp, içinden beni sevdiğini bile söylüyorsun…

Sen de özlüyorsun beni biliyorum… Gittiğin yerlerde, genç bir kız gördüğün zaman dönüp bakıyorsun… Dudaklarında buruk bir tebessüm, ‘Büyüdü mü şimdi bu kadar?’ diye kendi kendine soruyorsun…

Arada birkaç mektubun geliyor… Hepsini defalarca okuyup başucumdaki çekmecede saklıyorum… Uyumadan evvel her gece, bir daha bir daha okuyorum… Her bir mektubunda, uzun uzun nasihatler edip, ‘Hayat mücadele etmektir, dayanmalısın!’ diyorsun. Hiç bir mektubun neden beni bu mücadelede tek başıma bıraktığını anlatmıyor… Ve hiçbir sorunun cevabı açıklamıyor; bu hayat neden sensiz baba?

NALAN GÜVEN / AYTEN syf 7

16 Ağustos 2012 Perşembe

AŞK'a TEŞEKKÜR


Aşk kanadı altına alsa bir Bulut gölgesinde... Teslim etsem avuçlarına sevdamı... Melek gibi semaya ersem... Elimde mektupları rüzgârın... Bin kez teşekkür etsem seni bana getirene... Ve gözyaşı mutluk aksa Aşk'a açılmış avuçlara...


Ne güzeldir teşekkür etmek Aşk’a… Aşk’ı getirene… Allah’ın biz insanlara bahşettiği en yüce duygu olmalı sevmek… Sevildiğini hissetmek ve hissettirebilmek… Bir insanın yüzünü güldürebilmek…

Sahi çok mu külfetli aşk dedikleri şey! Omuzların üstüne inen kaldırılamayacak bir ağırlıktan öte mi kalbe yüklenen? Her hüsranlı sevdanın ardından küsmeleri unutup yeniden bağlanmak mı bu sefer son diye yeni bir umuda? Kimine göre erişilemeyen bir hayal, kimine göre kilidi açılamayacak bir kapının önünde bir ömrü vakfetmek. Ama yine de vazgeçilmeyecek bir tutku, var oluş sebebi, yaşam kaynağı ve en önemlisi ruhun ilacı…

Şiirlere mısra, şarkılara söz, romanlara konu…
Kalbe bir dokunuş ile bin çırpınış sevda yüklü bulutlara…
Ve mutluluk acıya rağmen, hasrete rağmen…
Teşekkür Aşk’a, Aşk ile yol alana…

Nalan Güven / 16 Ağustos 2012

14 Ağustos 2012 Salı

EDU&ART DERGİSİ / AĞUSTOS 2012 TASAVVUFTA AŞK

 
“Aşk öyle bir ateş ki, yandığı zaman Maşuk’tan başka her şeyi yakar.”



Yaradılışın özü ve de mevcudiyetimizin sebebi aşk değil midir? Âlemlerin rabbi Allah, "Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi, sevilmeyi istedim," demiş ve kâinatı yaratmıştır. İnsanoğlunun çoğalması yüreklere düşen aşk ateşi ile süregelmektedir ve de kâinata değin gerçek aşkı aramakla devam edecektir.

Tasavvufta aşk yaratıcıya duyulan muhabbettir, özlemdir. Mutasavvıflara göre beşeri aşk, ilâhi aşkın yeryüzüne yansımasından ibarettir. Ve aslında yaşanan her aşk adım adım yaratıcı aşkına yol almak ve belki de farkında olmadan bu aşk arayışı ile Allah’a yaklaşmaktır. Aşk varlığın mayasıdır. Aşkın en üst kademesi ise Allah sevgisi, Allah aşkıdır. İnsan faniye duyulan aşkta kararlı, vefalı ve de sadık ise bu dünyasal aşk onu eninde sonunda gerçek sevgiye, ilâhi aşka götürecektir. Tıpkı Mecnun’un Leyla’nın aşkı ile yola çıkıp sonunda Mevla’nın aşkına ulaştığı gibi varılacak yer gerçek aşktır.

Mecnun, Leyla’ya sevgisinden deli-divane olur. Çöllere düşer. Gözleri Leyla’ya benziyor diye, çölde ceylanlarla arkadaş olur. Bir gün bulunduğu yere bir köpek gelir. Kimse ilgilenmezken, Mecnun köpeğe büyük ilgi gösterir. Niye böyle yaptığını sorarlar, “Siz bilmiyorsunuz, bu köpek Leyla’nın diyarından gelmiştir” der. Öyle bir zaman gelir ki, Leyla’yla bir araya geldiğinde, “Hayır,” der, “Leyla sen değilsin. Sen yürü git, Leyla ki ben Mevla’yı buldum,” der. Böylece kendisindeki mecazî aşk, gerçek aşka inkılap eder.

Yunus Emre’ye, “Bana Seni gerek Seni” dedirten de, aynı ilâhi aşktır. Yunus Emre ve Mevlâna gibi Hak aşığı olan zatlar, aşktan bahsettiklerinde, “İlâhi aşkı” kastederler.

İnsanın dünyasal benliğinden ruhani yükselişini ve mertebelere ulaşmayı aşkta bulan Mevlana; aşksız geçen ömrü, ömürden saymayıp;

“ Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa, o uçmayan, kanatsız kuş gibidir vah ona… Aşksız ömrü hesaba sayma, çünkü o sayıdan dışarıda kalacaktır…” demiştir.

Mevlana’ya göre bir insan için gerçek aşk, kendi varlığından geçerek Allah’ta fani olmak, yaratıcıya tam bir gönül bağı ile bağlanmaktır. Gönlünü Allah’a vermiş bir insanın artık kendi benliği kalmamıştır. Bir insan neyi, kimi tutku ile severse bu aşk onun gerçek varlığının ve varoluşunun bir yansımasıdır. Büyük aşk pirine göre;

“Allah’tan başka her şey batıldır, asılsızdır… O’nun ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur…”

Tasavvufta aşkı incelediğimizde mutasavvıfların yaşadıkları ilâhi aşk ile kendinden geçip Allah’ı bulduklarını, Allah’ta fani olduklarını görmekteyiz. Hatta, Hallac-ı Mansur gibiler, kendilerini tamamen yok farz edip “Ene’l-Hak” bile derler.

Hak aşkı, tasavvuf edebiyatı ile de örneklerini göstermektedir. Türk edebiyatının büyük üstatlarından olan Necip Fazıl Kısakürek’in 1950 yılında kaleme aldığı “Çöle İnen Nur” adlı eseri;

Yüce Allah’ın Resûlü için, “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım,” kudsi hadisi ile başlamakta ve üstadın;

 “Nereden başlayayım? Zamanın hangi ucundan ve mekânın hangi köşesinden? Allah’ın bütün zaman ve mekânı kuşatmak üzere yarattığı – Gaye- İnsan ve Ufuk – Peygamber  – elbette bizzat başlangıcın, kâinat başlangıcının başı…” cümleleriyle devam edip Hz. Muhammed’i anlatmaktadır.  Ayrıca Necip Fazıl’ın birçok şiirlerinde olduğu gibi, “Visal’’ adlı şiirinde de yoğun bir biçimde tasavvufi ve felsefi derinlikler bulunmaktadır.  

VİSAL1

Beni zaman kuşatmış, mekan kelepçelemiş;

Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş...

Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;

Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.

Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;

Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?

Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?

Fezada dipsiz sükut, duyulmazın sesi mi?

Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, alemlerin Rabbi, sen!

Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!

Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!

Azap var mı alemde fikir çilesine eş?

Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?

Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!

Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;

Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!

Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?

Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?

Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;

Belki de benliğinden kaçabilene hazır.

Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!

Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!

O visal, can sendeyken canını etmek feda;

Elveda toprak, güneş, anne ve yar elveda!


Aşk yaşamın her safhasında bize eşlik edip yoldaş olmakla birlikte, ebedi âlemde de yaratıcıya duyulan muhabbet ile bize kapılarını açmaktadır. Ne güzeldir aşkı bu dünyada bulmak, acısını zevk edinmek, avuç açıp dua etmek, yakarmak ve fani aşk ile Yaradan’a yakınlaşmak…

Aşk ile yol almanız dileğiyle.

(1) Necip Fazıl Kısakürek, ‘’Çile’’ Bütün Şiirleri, YKY, İst. 2005, s. 238



Ey Sevgili…

Can bedene fazladır, gitmek zamanı sevda şehrinden

Eski beni arama beyhude, bulamazsın

Mercana dönüştüm, saklandım bir taş altına

Gün ola dönüp bakarsan ardına ey sevgili

Görülmez sevdamın pulları, söndü mü sanırsın

Durgun bir suya yazdım sabrımın ebrusunu

Mavilere kattım durmadan çağlasın diye

Çeşmimde gözyaşım bitti mi sanırsın

Muhabbetin yoksa can evimde

Bin verd yollasan neye yarar

Susup söz etmem diye ey sevgili

Aşkın coşkusu sona erdi mi sanırsın

Can bedenden uçsa da bil ki sevdan baki kalır

Aslolan sensin ey sevgili

Sen yoksan ben de ben var mı sanırsın


NALAN GÜVEN

4 Ağustos 2012 Cumartesi

yağmur öncesi hüznünde gözlerim...



Çaresiz bekleyişlerde... yağmur öncesi hüznünde şimdi gözlerim... sararmış sayfalar arasına sakladığım bir dal beyaz gülün kurumuş yaprakları gibi susuz kalmış yüreğimin terk edilmiş caddeleri… korkuyorum karanlıklarda aramaya yollarımı… gittiğinden beri bir yanım kırık, bir yanım ağlamaklı… annesinin elini bırakıp kaçan çocuğun pişmanlığında şimdi yalnızlığım… söyleyecek sözüm bitmiş… gözlerime gelip oturmuş hasretin… başımı yasladığım omzun gibi bir hayal bahçesinde falımda çıkan kocaman kalbim… saçlarımdan süzülen aşkın ıslaklığı ve biraz da temmuz sıcağı… ürkek… çekingen… tozu dumana katan bir sessizlik içinde kelimelerin çığlığı… satırlar üzgün… cümleler ağlamaklı… dokunurken özleyecek kadar ateş sarmış parmaklarımızı… belki de iki sokak köpeğinin şahitliği kadar sarılmalarımız… sana geceden bakıp özlerken, iliklerimize işlemiş ayrılık… bilirsin, gelemesen de beklerim senelerce… ve sen gözlerimden okursun… şimdi uçmak kadar özgür, aşk gibi cesur sözlerim…ve yağmur öncesi hüznünde gözlerim…