3 Şubat 2014 Pazartesi

BİR BULUTUN GÜNLÜĞÜNDEN...



Yalpalayarak kalktı oturduğu yerden. Tahta iskemlenin belinden sırtına doğru yayılan sızısını hissetti ilk birkaç adımında. Ruhu kadar yaşlanmış olmalıydı bedeni de. Hatta bu gecenin sonunda belki daha da yaşlanacaktı. Geçmişi meze yaptığı sofrasında karşısına oturttuğu gençlik günleri ona, düşünmeden harcadığı hoyrat zamanlarının hesabını soracaktı. Yoktu verecek bir yanıtı, pişmanlığın gelip yerleştiği bu orta yaşında.

 “Tuvalet nerde evlat?” diye sordu ufak komiye. “Hemen solunuzda bayım,” cevabını alınca farkına vardı helâ kapısının önünde öylece bekler olduğunun. Yarı açık kapıyı dirseği ile ittirerek içeri girdi.  Yer taşları kadar duvar fayansları da kararmış olan helânın havası sidik ve kusmuk karışımı ağır bir kokuyu içeriyordu. O da meyhanedeki diğer sarhoş müşteriler gibi bunu hissetmeyecekti. Soğuk suyu açıp bir avuç dolusu su alıp başından aşağı boşalttı. Saçlarından süzülen sular ensesinden aşağılara indikçe ürperdi. Lavabonun üzerindeki kirli aynada görülen yorgun çehre ona ait değilmiş gibi baktı kendi aksine. Beyazları çoğalmış saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Gençliğinde de kendini öyle aman aman yakışıklı bulmazdı. Kadınları cezp edecek ne vardı bu suratta? “Bakışların…” derdi Melek. “Öyle bir bakıyorsun ki o karanlığın içinden güneşin renkleri yansıyor dünyama ve sadece senle ben oluyor yerküre… Cennet topraklarına ayak basmışım gibi dizlerim titriyor sen bana bakınca… Ve o zaman anlıyorum neden var olduğumu…” Yeniden bir hançer girdi yüreğine. Sıkıştı nefesi. Soluk alamaz oldu. Kendini dışarı attı can havliyle. Meyhanenin dış kapısına koşar adımla ulaştı. Gecenin ayazı vurdu yüzüne. Ürperdi ama bu soğuk iyi geldi. Buraya geldiğinde onu sırılsıklam ıslatan şiddetli yağmur kesilmişti. Islak Arnavut kaldırımları sokak lambasının sarı ışığının altında parlıyordu. Tek rahatsız eden şey kulağının dibinde yükselen sesti. Başını çevirip baktığında gördüğü manzara kızgınlığının bir anda dağılmasına sebep oldu. Kapının hemen önüne tünemiş küçükten bir oğlan çocuğu boyundan büyük bir darbuka ile bir şeyler çalıyordu. Böyle bir sesin şu küçücük çocuktan çıkmasına hayret ederken bir yandan insancıkların neler yaşadıklarını geçirdi kafasından. Gecenin bu vaktinde evinde olması gerekmez miydi bu çocuğun? Neydi hikâyesi? Burunları delinmiş bez ayakkabısından çıkan mavi çorapları gözüne çarptı. Boğazlı kazağın yakasını ağzını örtecek kadar çekmişti suratına. Hayat sadece kendine zor değildi. Herkes payına düşeni alıyor olmalıydı. Elini cüzdanın attı ve en büyük kâğıt parayı çıkartıp oğlanın eline sıkıştırdı. Çocuk çalmayı yarıda kesip bir elindeki paraya bir de Bulut’a baktı uzunca bir süre. Şaşkınlığı sevince dönüşünce ayağa fırlayıp var gücü ile daha bir hızlı vurmaya başladı darbukanın derisine. Gecenin sessizliği içinde yayılan oynak nameler Tepebaşı’nın arka sokağında yankılanırken Bulut kederinin demini bozmaktan korkarcasına meyhanenin hüzünlü havasına geri döndü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder