Yalpalayarak kalktı
oturduğu yerden. Tahta iskemlenin belinden sırtına doğru yayılan sızısını
hissetti ilk birkaç adımında. Ruhu kadar yaşlanmış olmalıydı bedeni de. Hatta
bu gecenin sonunda belki daha da yaşlanacaktı. Geçmişi meze yaptığı sofrasında
karşısına oturttuğu gençlik günleri ona, düşünmeden harcadığı hoyrat zamanlarının
hesabını soracaktı. Yoktu verecek bir yanıtı, pişmanlığın gelip yerleştiği bu
orta yaşında.
“Tuvalet nerde evlat?” diye sordu ufak komiye.
“Hemen solunuzda bayım,” cevabını alınca farkına vardı helâ kapısının önünde
öylece bekler olduğunun. Yarı açık kapıyı dirseği ile ittirerek içeri
girdi. Yer taşları kadar duvar
fayansları da kararmış olan helânın havası sidik ve kusmuk karışımı ağır bir
kokuyu içeriyordu. O da meyhanedeki diğer sarhoş müşteriler gibi bunu
hissetmeyecekti. Soğuk suyu açıp bir avuç dolusu su alıp başından aşağı boşalttı.
Saçlarından süzülen sular ensesinden aşağılara indikçe ürperdi. Lavabonun
üzerindeki kirli aynada görülen yorgun çehre ona ait değilmiş gibi baktı kendi
aksine. Beyazları çoğalmış saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı.
Gençliğinde de kendini öyle aman aman yakışıklı bulmazdı. Kadınları cezp edecek
ne vardı bu suratta? “Bakışların…” derdi Melek. “Öyle bir bakıyorsun ki o
karanlığın içinden güneşin renkleri yansıyor dünyama ve sadece senle ben oluyor
yerküre… Cennet topraklarına ayak basmışım gibi dizlerim titriyor sen bana
bakınca… Ve o zaman anlıyorum neden var olduğumu…” Yeniden bir hançer girdi
yüreğine. Sıkıştı nefesi. Soluk alamaz oldu. Kendini dışarı attı can havliyle.
Meyhanenin dış kapısına koşar adımla ulaştı. Gecenin ayazı vurdu yüzüne.
Ürperdi ama bu soğuk iyi geldi. Buraya geldiğinde onu sırılsıklam ıslatan
şiddetli yağmur kesilmişti. Islak Arnavut kaldırımları sokak lambasının sarı
ışığının altında parlıyordu. Tek rahatsız eden şey kulağının dibinde yükselen
sesti. Başını çevirip baktığında gördüğü manzara kızgınlığının bir anda
dağılmasına sebep oldu. Kapının hemen önüne tünemiş küçükten bir oğlan çocuğu
boyundan büyük bir darbuka ile bir şeyler çalıyordu. Böyle bir sesin şu küçücük
çocuktan çıkmasına hayret ederken bir yandan insancıkların neler yaşadıklarını
geçirdi kafasından. Gecenin bu vaktinde evinde olması gerekmez miydi bu
çocuğun? Neydi hikâyesi? Burunları delinmiş bez ayakkabısından çıkan mavi
çorapları gözüne çarptı. Boğazlı kazağın yakasını ağzını örtecek kadar çekmişti
suratına. Hayat sadece kendine zor değildi. Herkes payına düşeni alıyor
olmalıydı. Elini cüzdanın attı ve en büyük kâğıt parayı çıkartıp oğlanın eline
sıkıştırdı. Çocuk çalmayı yarıda kesip bir elindeki paraya bir de Bulut’a baktı
uzunca bir süre. Şaşkınlığı sevince dönüşünce ayağa fırlayıp var gücü ile daha
bir hızlı vurmaya başladı darbukanın derisine. Gecenin sessizliği içinde
yayılan oynak nameler Tepebaşı’nın arka sokağında yankılanırken Bulut kederinin
demini bozmaktan korkarcasına meyhanenin hüzünlü havasına geri döndü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder