Sallanıp duran pembe
çoraplara dakikalarca takılıp kaldım. Gözlerimi kapatsam üzerindeki minik beyaz kalplerin şeklini çizebilirim artık. Karşımda çoraplarının pembesinde
minik saten kurdeleler işli, etekleri fırfırlı beyaz elbisesi içinde kıpırdanıp
duran, belli ki oturmaktan çok sıkılmış bir kız çocuğu var. Ayaklarını bir o
yana bir bu yana hiç durmadan sallayıp duruyor. Ayakkabılarını çoktan fırlatıp
atmış. Yanında oturan annesinin gözü duvardaki saatte. Ara sıra da dönüp kızına
azarlar bir şekilde uslu durmasını tembihliyor. Kadının elleri terliyor olmalı. Sık sık avuçlarını ovalayıp pantolonuna sürtüyor. Pencereden salonun ortasına
kadar yayılan Şubat güneşi odayı ısıtıyor, ancak görülen o ki dışarıdaki bahar havası
şu küçük kız dışında bekleyenleri ilgilendirmiyor. Kesin kızın aklı girişteki
büyük parkta.
Uzak bir köşede oturan
başka bir kadın elindeki mecmuanın sayfalarını hızlı hızlı çeviriyor. Okumak
için değil bakmak için olsa gerek, dergi ve gazetelerin bulunduğu sehpadan
gidip bir yenisini alıyor.
Nihayet hemşirenin
salona gelerek sıra sizde, buyurun demesi ile çocuğun yanındaki kadın, yüzünde endişeli
bir tebessümle ayağa kalkıyor ve kızına uslu durmasını söyleyerek sanki az
önceki sabırsızlanan o değilmiş gibi ağır adımlarla muayene odasına doğru
ilerliyor.
Hemşire bana doğru
bakıp sinirli bir halde söyleniyor.
“Doktor hanımın müsait
olmadığını söylemiştim size. Görüşme yapmak için dahi olsa randevu almanız
gerekiyor.”
“Bakın Yeliz Hanım. Az
önce de söylemiştim. Yeliz di değil mi?”
Kadın evet der gibi
başını sallayarak devam etmemi istiyor.
“Siz yenisiniz sanırım.
Ben Handan Hanımın çok eski hastasıyım. Aynı zamanda arkadaşıyım. Sadece
raporlarımı gösterip çıkacağım. Fazla vaktini almayacağım.”
Kumral saçlarını
azametle geriye doğru atarken parmağındaki tektaşı gözüme sokar gibi elini
savuruyor. “Bekleyin o zaman. Son hastadan sonra bakarız,” diyor ve cevap
vermeme fırsat tanımadan doktorun odasına giriyor.
İşte o an küçük kızla
göz göze geliyoruz. Gülümsemeye çalışıyorum. Anlıyor. Oturduğu yerden bir
zıplayışta kalkıp yanıma geliyor. Elini cebine götürüp çıkarttığı kâğıt mendili
bana uzatıyor. Taş zemine basan pembe çoraplı ayaklarına bakıyorum.
Kucaklıyorum minik gövdesini. Sarılıyor bana. Yerine oturtuyorum. Öpüyorum
yanağını.
İnsanlığın en güzel
yanı masum çocukluk yılları olmalı. Büyüdükçe kuşanılan ipek çoraplarla dışı
alımlı içleri kokuşmuş birer canlıya mı dönüşülüyor acaba?
Bekleme salonundan
çıkarken arkamdan seslenildiğini duyuyorum. Hemşire birkaç kez adımı söylüyor. Dönmüyorum
geri. Elimdeki raporları yırtıp atıyorum çöp kutusuna. Çıkan sonuçlardan kimseye
bahsetmeme kararını o an mı verdim bilmiyorum. Yutkunuyorum. Boğazımda bir
yanma. Bu sefer tutmuyorum yaşlarımı. Ağlayamadıklarım için de ağlıyorum
sokaklarda. Şubat güneşi gözümü alıyor. Gözlerimin içi yanıyor.
İyi hissediyorum
kendimi… Çok iyi… Aklımda kalan pembe çoraplar ve bir sıcacık sarılma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder